23 Aralık 2011 Cuma

YIL DÖNÜMÜ



23 Aralık 2008, blog alemindeki ilk yazım ve benim için tarihî

bir gün. Dün gibi hatırlıyorum demek çok klasik olacak,

evvelsi gün diyeyim bari. Sanki rüya gibi uçuyor yıllar (Yine

musıkî damarım şahlandı). Ara sıra dursalar da hesap sorsak,

kaybolan günlerimiz için.





Yaşam bir san'attır diye başladım söze. Yaşama ve sanata verdiğim


değer nedeniyle. Dileğim; yeni yılda daha sık birlikte olabilmek.



NİCE NİCE YILLARA BLOGCUĞUM.

13 Aralık 2011 Salı

13 ARALIK ve BİR ALIK




OOOO Benim işte.



Salı, benim musıkîye doyduğum gündür. Farklı iki toplulukta birbirinden güzel eserler öğrenip , dönüş yolunda için için mırıldanarak mutlu mutlu evimin yolunu tutarım.



Bugün de o günlerden biriydi. Güzel hava, zamanında gelen otobüs ve rahat başlayan yolculuk. Taa ki E5 karayoluna çıkana kadar. Bir anda aklıma gelen, iki haftadır sahibine veremediğim bebek hediyesi (tulum). Birlikte meşk ettiğimiz, uzun yıllar aynı iş yerinde çalıştığım bir arkadaşımın ilk torunu için almıştım. Benden çıkan HİYUVVVV nidası ile körüklü upuzun otobüsün her yanından bir kafa şööööyle bir bana baktı. Kendi kendime ''Kendine gel'' dedim ve tasalara büründüm. ''Allah vere de bebecik çabucak büyümese'' gibilerinden anasının-babasının duymasını hiç istemediğim garip dileklerle yolculuğumun birinci etabını tamamladım.





Her hafta olduğu gibi büfeye uğrayıp birer satırlık şans oyunlarından oynadım ve elimdeki poşetin düşme tehlikesini bertaraf etmeye çalışırken zavallı cüzdanım, perişan bir halde kendini yere atıverdi. Bozuk paralarım çevreye saçılırken, ben Allah Allah, Allah Allah vaziyetinde kalakaldım. Camekânlı seyyar dükkânını başıboş bırakıp yardımıma gelen güzel insana bir jest yaparak bayat açma ve çatallarından aldım.





Son etap bindiğim dolmuşta birdenbire aklıma ucu içine kaçan tükenmezim geldi. Elimi çantama attım ve tükenmezin birbirine geçen kısımlarını sıkıştırma çabasına giriştim. Bir anda oink oink içindeki yay havai fişek edasıyla dolmuş semalarında yükseldi, tepesi yere düştü ve bendeki nasıl bir azimse parçaları yolcular yardımı ile toparlayarak, içimi huzurla doldurdum. Duyan da Cross Mross marka kaliteli bir kalem zannedecek. Uyduruk, sıradan birşey. Yine kendi kendime; Allah Allah, Allah Allah dedim durdum.





Bugünde birşey vardı, ama ne??? 13 rakamıyla bugüne kadar hiç de bir alıp veremediğim olmamıştı. Hatta, ayın 13ünde doğan sevdiğim bir sürü insan varken...





Sağlık ve huzur dileklerimle



17 Kasım 2011 Perşembe

ARKA-DAŞ




BUGÜN ''DÜNYA ARKADAŞLIK GÜNÜ '' imiş.

Bir günde kim bilir kaç kez tekrarlarız bu hitabı. Arkadaş'ım nasılsın?

Ne zaman buluşuyoruz Arkadaş'ım?... Ne anlama geldiğini bilir miyiz söylerken?

Bizlere ne kadar büyük sorumluluk yüklediğini düşünür müyüz ? ARKA-DAŞ



Bir vakitler savaşlarda; arkadan gelebilecek tehlikelere engel olmak amacıyla, askerlerin

sırtlarını dayadıkları taşlara verdikleri isimmiş: ARKA-TAŞ. Sonraları, bu kayalar kadar

sağlam, arkadan vurmayacağına ve vuracaklara engel olacak kişi diye bildikleri dostlarına bu

anlamlı sözcüğü yakıştırmışlar.


Melike Demirağ'ın klasikleşmiş şarkısında ifade ettiği gibi;

Bir kıvılcım düşer önce
Büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş
Yanmışsın arkadaş...


Gerçekten güzel şeydir ARKADAŞLIK; hakkını vermek koşuluyla.


Allah hepimizi ARKA-DEŞ lerden korusun.


Sağlık ve huzur dileklerimle.




29 Ekim 2011 Cumartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ






CUMHURİYET , TÜRKİYE'NİN SOYADIDIR. KALDIRILAMAZ, DEĞİŞTİRİLEMEZ.

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.


NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE




* Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşıyacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.
1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80)

24 Ekim 2011 Pazartesi

CANIM ACIYOR





Nasıl acımaz?



Yurdumun bir köşesinde

kıyamet kopuyor. Taş taş üstünde kalmamış, insanlar şaşkın.

Zenginle fakirin bir olduğu, felâketin tam orta yerinde sefaleti yaşıyorlar.

Aileler kaç kişi kaldıklarını bilmeden biribirlerini arıyorlar.

Yıkıntıların arasından gelen sesler canları, ciğerleri.

Böyle bir acıyı hangi yürek taşıyabilir.



ALLAHIM SEN KALANLARA DAYANMA GÜCÜ VER.



23 Ekim 2011 Pazar

A D S I Z' a



Sevgili Adsız Arkadaşım, eleştiri yapmak için kimliğinden, kişiliğinden vazgeçmeseydin keşke. Üzüldüm.


Diğer Arkadaş'larıma hemen kısaca bir açıklamada bulunayım da merak etmesinler. Fiiiiyuvvv tarihinde Vatan Sıhhate Benzer diye bir yazı yazmıştım. Gerçekten, sevgili Sıfatsız Arkadaşımın da yorumlarında (keşke silmeseydim) belirttiği gibi, biraz kel alâka sümbül efendi durumu hasıl olmuş. Yazdığımı ben de pek beğenmedim. Zaten birçok yazımı da dönüp baktığımda beğenmiyorum. E ben zaten yazar falan da değilim. Kimseyi zorla kolundan tutup ''İllâ benim yazılarımı oku'' diye de çekiştirmiyorum.


Nam'sız Arkadaşım gelmiş :D gibi bir yüz ifadesi bırakarak, benim durumu anlamamı sağlamaya çalışmış. Yorumlar, benim denetimimden geçmeden yayınlandığı için ve ben de dönüp bakmadığımdan, sağolsun bir daha gelmiş; konu başlığı söz ile yazının alâkasız olduğunu belirtir bir yorum bırakmış. Tabii ben işin farkında bile değilim, yine gelmiş iki kelimelik bir yorum daha bırakmış. Canım benim, dönmüş dolaşmış hazaar içine sinmemiş, iki yorum daha bırakmış. Yani, bana nasıl değer veriyorsa üslubu kalın yorumlarını göstermeyi kendisine şiar edinmiş. Sonunda gördüm Ünsüz Arkadaş'ım. Artık rahat uyuyabilirsin.


Keşke, kim olduğunu bilseydim ve pek de kibar olmayan eleştirin için teşekkür edebilseydim. Ama uzun zamandır yoruma kapattığım blogumu bu seferlik özellikle senin için açık bırakacağım. Belki söyleyecek bir sözün vardır.


Sağlık ve huzur dileklerimle



5 Ekim 2011 Çarşamba

VENEZUELA'NIN SOKAK ÇOCUKLARI



SİZİ BİLMEM BEN ÇOK ETKİLENDİM.
Jose Antonio Abreu isimli Venezuela’lı bir piyanist, ekonomist, eğitimci, aktivist, ve politikacı 1975'de bir vakıf kurarak El Sistema diye bir programla Venezuela'da binlerce sokak çocuğunun enstruman çalmayı öğrenmesini sağlıyor. 150,000'den fazla sokak çocuğu enstrüman çalmayı öğrenmiş ve dünyanın en iyi orkestralarına gidiyorlar. Sadece başkentlerinde 30'dan fazla senfoni orkestrası varmış. Gustavo Dudamel Los Angeles Philarmonic'in şu anki 29 yaşındaki şefi de böyle bir geçmişten geliyor. Seyredeceğiniz eseri Gustavo Dudamel yönetiyor ve bu çocuklar çalıyor.

Şaşırtıcı bir not daha, Başkan Hugo Chavez de bu programa tam destek veriyor.
DARISI BAŞIMIZA.


3 Ekim 2011 Pazartesi

SLOGANIMIZ : ''VAR OLMAK HAKTIR''


4 EKİM HAYVANLARI KORUMA GÜNÜ

O halde ne duruyoruz? KORUYALIM

Yılın hiç değilse bir günü başlarını okşayıp, bir avuç mama ya da arta kalan yemeğimizi onlarla paylaşarak yaşam mücadelelerine destek olalım.

Unutmayalım; BİZ DE ONLARDAN BİRİ OLABİLİRDİK.

Bu duyurunun altına bir de hayvanlarla ilgili güzel söz ekleyeyim demiştim. Bin pişman oldum.İnternette şöyle bir dolaştım ve bu dost canlısı hayvanlara verdiğimiz değeri üzülerek gördüm. Allahtan onların bu sözlerden haberi yok. Kahrolurlardı.

İt güt para kazan
İt kağnı gölgesinde yürür, kendi gölgesi sanırmış
İt ol, ana olma
İt utansa don giyer
İt ürür kervan yürür
İtin (Köpeğin) duası kabul olsa(ydı) gökten
kemik yağar(dı)
İtin de atın da soylu olanı aranır
İtten kuzu doğmaz
Köpeğe dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir
Köpeğe gem vurma kendini at sanır
Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur
Malını it bağrını bit yer



LA HAV LE (Bu da benden)


18 Eylül 2011 Pazar

Minibüs Sevdam 5


Bu yazımda resim ögesi kullanmayacağım. Çünkü, aranızda ''AAA Minibüs mü? O da nasıl bir şey acep'' diyecek kimse kalmadı Allah içün. Binmese de görmüşlüğü vardır herkesin.

Anlatacağım olay çok taze değil. Ama kısmet bu güneymiş. Öncelikle, yazacağım olayla ilgili fikrimi belirtmek isterim: Trafiğin en yoğun olduğu iş dönüşü saatlerinde, bu tür toplu taşıma araçlarında görmek istemediğim bir tür insan tipi vardır. Bunlar koloniler halinde ara duraklardan araca yığış yığış çoluk çocuk binerler. Hanımların dişlerinin arasına sıkışmış çörekotları, maydonozlar henüz sindirim sisteminin çarkına girmemiştir henüz. Kakara kikiri halleri ve muhabbetleri bir kabul gününden dönüyor olduklarını kanıtlar. Bunların en büyük özelliği, ayakta durabilecek yaşa gelmiş çocuklarını bile kucaklarına alarak ''ÇOCUKLULARA YER VERİLİR'' tabelası gibi genç beylerin önünde durmalarıdır. Yollarda zorla yürütülmeye çalışılan çocuklar bu tür araçlara binince birden ana kucağı yüzü görüverirler.

Yine böyle bir curcunanın akın ettiği o minibüslerden birinde ben de vardım. Kucaktaki ergeni sırf annesinin oturma bileti gibi görmemesi için davrandım ve GEL CANIM SEN BENİM KUCAĞIMA, ANNEN RAHAT RAHAT DURSUN AYAKTA dedim. Annenin çatılan kaşları ve bozulan plânı beni bihayli eğlendirecekti. Lâkin anne derhal itiraz ederek ''Yok teyzesi siz rahatsız olmayın'' dedi ve ön sıralardan bir bey hanıma yerini verdi. Zafer gülücükleriyle yerine oturan hanım kucağına da çocuğunu oturttuktan sonra bir dizi film müziği ile çalan cep telefonunu açarak muhabbetlerin en derinine daldı gitti.

Az gittik, uz gittik, zigzag çizdik, düz gittik, salâvatlar getirdik. Bir anda ortalık karıştı. Minibüs şöförü küfürler etmeye başladı. Tam ''Bir küfür bu kadar kötü kokar mı?'' diyordum ki içimden, Aman Allahım minibüsün havası çarşı tuvaletini geçti. Benim kucağıma oturtma talebinde bulunduğum yavrucağın sevgili annesi yumruğunu sıkmış, çocukcağızın omuz başlarını zımzıklıyordu. Onların oturduğu bölge olay mahalli gibi boşaltıldı. Meğer çocukcağız bozulan barsağına söz geçirip def-i hacetini eve kadar saklayamamış. Eeee ana kucağı herşeyi görecek. Onlar apar-topar minibüsten inerken, o koltuğa gazete kağıtları serilerek yolumuza devam ettik gittik.

Galiba o gün için Allah'ın sevgili kuluydum. O çocuk benim kucağımda olabilirdi. Başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.


13 Eylül 2011 Salı

Kekoş'uma



 
Özlemlerimi topladım kalbime

Seninki bir başka CANIM

Her gidenle yüreğim sızladı da

En çok sende yandı canım.



Hani Sen demez miydin ;

Ben hep yanındayım.

Sımsıcak kollarında

Korkardı Sen'den korkularım.

Özlemlerimi sakladım kalbime

 
Seninki bambaşka CANIM.


RAYUŞ'UNDAN

Yıl:2000

2 Eylül 2011 Cuma

Beyin gücü


Hepimiz ''Biyonik Adam'' olmuştuk; fotoğraftaki bileklikleri taktıktan sonra. Sokak röportajlarında insanlar bilekliğin kerametini anlatıyorlardı. Bırakın sokaktakileri, tansiyon problemi yaşayan arkadaşım bu bileklik sayesinde artık tansiyonunun normale döndüğünü söylüyordu. Kendisini iyi hissetmesiyle sınırlı değildi bu tesbiti; tansiyon aletindeki göstergeydi.


Bugün bilekliğin üreticisi Avustralya'lı Power Balance, bilimsel bir kaynağa dayanmayan ürünün placebo etkisi yarattığını söylüyor. Dünyaca ünlü basketbolcu ve sanatçılarla yaptığı tanıtım, bilekliği bizim eve bile getirdi.


Şimdi ne olacak? Bu bilekliği takanların vücut dengeleri bir günde bozulacak mı? Hiç zannetmiyorum.'' Kim ne derse desin bileklik sayesinde tansiyonum normale döndü'' diyen arkadaşımın halâ bileğinde bilekliği. Ve birçoğu. . .


Beynimiz ve yüreğimiz arasında sıkı bir dostluk köprüsü oluşturduğumuz sürece hiç birşey bizi yıkamaz. Bunu iyice anlamış bulunmaktayım. Ne verirsek onu alıyoruz ve alacağız.


Beyin gücü
; keramet burada.



Sağlık ve huzur dileklerimle.



12 Mayıs 2011 Perşembe

Beyleer toparlanalım



Bugün yine yollardaydım. Gah-i uyudum, gah-i uyandım. Yol uzun olunca ve soğuk bir evden kaloriferi cayır cayır yanan bir otobüse binince, iliğim kemiğim ısınmış bir halde fosur fosur uyudum. Birbirine tarak gibi geçen göğüs ve sırt kafesi kemiklerim birer birer çözüldü, iki beden genişledim.

*

Yarı mahmur, ikinci etap yolculuğum için bindiğim dolmuşun arka koltuğunda tek kişilik yer vardı. Yani dördüncü kişi olarak ''Ne şanslıyım'' duyguları içerisinde yerime oturdum.

*

Az gittik, uz gittik, paramı toparlayıp verdim. Elimdeki poşetleri düzenledim ve dışarıya baktığımda epeyce yol aldığımızı gördüm. Yani, neden sonra; kendime geldiğimde bir de ne göreyim? Sanki koltuktaki diğer üç yolcunun yarısı kadar ücret ödemişim gibi bir hal-i perişanlık içerisindeyim. Koltuğun ucundayım, düştüm düşeceğim. Diğer yolcuların hepsi erkek ve ellerine kaynak yaptırdıkları cep telefonlarıyla kimi iş, kimi kız tavlama peşinde kendilerinden geçmişler.

*

Evlerinde diledikleri kadar rahat oturma özgürlüğüne sahip olsalar da, özellikle er kişilerin taşıma araçlarında kurbağa prens gibi oturmalarından nefret ediyorum.

*

Lütfen beyler biraz toparlanalım.

*

Oh be biraz rahatladım. (Kendim söyleyip kendim dinlesem de) {:-))


Sağlık ve huzur dileklerimle.




29 Nisan 2011 Cuma

29 Nisan 1987




Türkiye güne heyecanla uyanır.


*

Türkiye- İngiltere 1988 Avrupa Şampiyonası ön eleme maçı oynanacak. Takımımız, güçlü rakibini ''Hiç değilse bu sefer'' yenebilme arzusu içerisinde. Her yerde neredeyse konuşulan tek konu bu. Daha önce oynanan maçta 8 gol yemenin uğursuzluğunu İstanbul'a fatura eden yöneticiler, maçı apar- topar İzmir Atatürk Stadına taşımışlar. Sahaya kurşun döktürmüşler(Bu da benim rivayetim) .Yani, neredeyse beşikteki bebeler bile bu maçı bekliyor.


*

Oysa, bizim evde başka birşey daha bekleniyor. Onbeş günlük yoldan gelecek, Tipini, sesini, her şeyini merak ettiğimiz Oğul'cuğum. Yapılan tüm hesaplamaları alt üst edip, beni 15 gün ''Yalancı Çoban'' durumuna düşüren, her ayağa kalktığımda meraklı bakışlarla karşılaştığım günlerin sonuncusu.


*

Nihayet işte O gün, akşam ezanı ve sağdan soldan gelen maç çığlıkları arasında çıkıp geliverdi: Asık yüzlü, uzun saçlı (neredeyse sakallı), uzun tırnaklı, mis kokulu, tiril tiril titreyen bir ses , aramıza katılan yeni bir nefes. Hem de sıkı bir futbol meraklısı .

*

24 yıl nasıl geçti habersiz. Şaka değil, gerçekten habersiz. Nihat Aşar'ın sözleri ve Teoman Alpay'ın bestesiyle dillerimizden düşmeyen şarkıdaki gibi.

*

İyi ki doğdun, aramıza katıldın Yavrum. Yolun açık olsun.


*


Not: İzmir'de oynanan maçın sonucu 0-0 dı.


17 Nisan 2011 Pazar

Ebem kuşağı


Her ay evimize giren ''Bilim Teknik'' dergisi, bu ay da çamaşır makinasının üzerindeki yerini aldı. Aklımızın en çok çalıştığı iki halimizden birini gerçekleştirdiğimiz bu mekânda geçirdiğimiz zaman sürecinde okumak adetimizdir.

*

Dergide gökkuşağı ile ilgili ilginç bir yazı vardı. Gökkuşağının oluşumu( güneş ışınlarının, yağmur bulutundan düşen su damlacıklarının içinden geçerken kırılıp, yansıması ) , aynı anda iki gök kuşağı oluşabilmesi . . . gibi, gibi. . . Zevkle okudum. Bu arada bilgilerimizi bir kez daha tazelemek amacıyla renklerini sıralayıvereyim:Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi,, lacivert ve mor. Yani toplam yedi renk. Şayet ikinci gök kuşağı da oluşmuşsa onun renklerindeki sıralama ilkinin tam tersi oluyormuş. Niye yalan söyleyeyim bunu bilmiyordum.

*

Neyse, yine okudukça aydınlandım, aydınlandıkça okudum. Lâkin bir yerde takıldım kaldım. Çocukluğumda da duymuştum bu tanımlamayı; ebemkuşağı. Gökkuşağının öbür adı. Ebelerin böyle en olmadık olayların içinde yer almalarına hiç mi hiç aklım ermiyor. Yaradanın gökyüzünde gerçekleştirdiği bir doğa olayı ve harikası gökkuşağı, neden ebelerimizin kuşağı oluyor. Olayın doğumla alâkası yok. Beyaz formasının üstüne yedi renkli kuşak takmış bir ebe de görmedim bu güne kadar. Belki de argo dilde kullanılıyordur ebemkuşağı. Hani ''Yok ebenin . . .'' der gibi . Şayet durum buysa, yazık oluyor ebelere. :-))

*

Sağlık ve huzur dileklerimle

27 Şubat 2011 Pazar

gözlük- lerim.


Sevgili Eşim, Dostum, Yandaşım,
(Kaldıysa)
*
Sizlere tıb dünyasındaki en son gelişmelerle geldim.
*
*
Fi tarihinde, hatırlamazsınız: Çifter çifter taktığım gözlüklerimden bahsetmiştim. Miyop- hipermetrop derken, güneşin tüm zararlı huzmelerinden nasibini alan zavallı gözlerim ve ben, güneş gözlüğü keyfi yaşayamadan bugünlere geldik.
*
*
Bilen bilir ne var gözlük sözünde. Kışın soğuktan sıcak bir mekâna girmenin ne demek olduğunu, pişen yemeği kontrol etmek için kapağı kaldırılan tencerenin karşısındaki buğulu bakışları biz dörtgözgiller biliriz. Aaaah ah.... la başlayan daha nice mağduriyetimizden bahsedebilirim, akşamın şu ilerlemiş saatinde. Ama duygu sömürüsüne gerek yok. Çünkü neden???? :-)))
*
*
Yakın ve uzak göz kusurunu aynı anda düzelten lens icad edilmiş. Evet evet, hatta şu an ekrana o şirin ve küçük denizanası kılıklı şeffaf göz elbiselerimle bakıyorum. Benim için asrın buluşu. Burnumun üzerinde sürekli düzelttiğim gözlüğüm yok artık. Ama olmayan gözlüğümü düzeltmeye çalışan ellerim sadakatle görevini yerine getirme çabasını sürdürmeye devam ediyor.
*
*
İlk günler takıp çıkarmakta zorluk çektim doğal olarak. Çünkü gözbebeğimle değil bu kadar samimi olmak, cam bölmeler gerisinde bi hayli resmîydik. Şimdi adeta içli- dışlıyız. Resmen parmağımı gözümün içine sokuyorum, sevgili lenslerimi takabilmek için.
*
*
Sözün özü; benim durumumdaki tüm göz kusurluların bundan haberdar olmasını istiyorum.
*
*
Sağlık ve huzur dileklerimle.

1 Şubat 2011 Salı

Hoş geldin oğlak gribim


Artık alınmaya, kırılmaya başlamıştım ki nihayet geldi benim de gribim. Herkes keçi dese de bana özel tasarlanmış virüslerimi birer birer bünyeme aldım, kabul ettim.
*
*
Grip sözcüğünün tıb dilindeki anlamı hepimizce malum. Ben duygusal açıdan irdelemek istiyorum: Biliriz; bir çoğumuzun ismi kimliğinde hatalı yazılmıştır. Nüfus idarelerinde bu işle görevli ''isim babaları'' mevcuttur. Kızına Cevriye ismini uygun gören, aylarca bunun için sayfalar çevirip, istiareye yatan ana-babaların kimliği ellerine aldıklarında kızlarının Fevriye olduğunu görmeleri son derece doğaldır ülkemizde. İstediğin kadar fevri-ye ol, o öylece alın yazısı gibi kalır.
*
*
Bu noktada, gribe dönersek; garipin telaşla yazılmışı gibi geliyor bana. Gerçekten insan tam anlamıyla garipleşiyor. Böyle bir bakış olamaz, şehla- baygın karışımı. Geçmişine özlem duyan gudubet bir ses ve teselli bulamayan bir burun.
*
*
Bir de tarihçesine bakalım sevgili gribin. Aklımda kaldığı kadarıyla, en eski ve klasik türü paçavra. Zamana ayak uyduramayanlar halâ griplerine paçavra diye hitap eder. Sonraları, ülkelerle anıldı, insan ismi gibi: Asya, Çin, Min. . . . Günümüze doğru hayvanlaştı; kuş, domuz ve en son keçi...
*
*
Sonuncusu bana sevimli geldi doğrusu; burcumla akrabalık ilişkisi olduğu için. Gelsin diye çok bekledim. İki pencere arasına (ceryana karşı) oturdum, buz gibi havada ince giysilerle sokağa çıktım, banyoda duşu soğuğa ayarladım. Yok yok yok. Tam ümidimi kesmiş, sıkı sıkı giyinerek markete gidiyordum ki O'da ne! İçim titremez mi? :-))
*
*
Neyse, yazımı burada noktalayıp, ateşime bakmaya gideyim. Bu yazdıklarım pek de hayra alamet gelmedi bana.
*
Bari sizler sağlıkla kalın.

25 Ocak 2011 Salı

Türkülerin dili



Erzurum yöresine ait çok sevdiğim bir türküden yola çıkarak bir yerlere geleceğim:


İlk kıtası şöyledir:

Mavi yelek, mor düğme,


Yine düştün gönlüme,


Her gönlüme düşende,


Kan damlar yüreğime.


*


Yandaki resimde görüldüğü üzre, mavi bir yeleğe normal şartlarda mavi düğme dikilir. Şu güzelim yeleğe Allahaşkına mor düğme yakışır mı? Eeee işin içine aşk, meşk durumları girince değil mor düğme, çay- kahve- yemek lekesi bile ilham olabiliyor demek ki insanoğluna . Üstelik bu sakil yelekli yar gönüle düşmeye görsün, kan damlatıyor yüreğe. Breh breh.

Allah kimseye; zevklerinden, değerlerinden hatta kendisinden vazgeçirtecek sevdalar vermesin. Yani Tanrı O'nu baştan yaratmasın. Bu ne kötü bir durum. Bir sabah uyanıp da aynaya baktığında farklı bir görüntüyle karşılaşmak; eskisinden güzel bile olsa aslından uzak. Bu tür güzelliklerin aldatıcı ve geçici olduğuna inandım her zaman. Uç uçabildiğin kadar, sonunda yorulup bir yere konacaksın ve kanat çırpamayacak hale geldiğin an tutunacağın dalın ne kadar sağlam olduğunu bilemeyeceksin.

Zaten türkünün bundan sonrası da ''Vay ben ne halt ettim'' gibisinden devam eder gider:

Ağam ben nasıl edim,

Saz getir fasıl edim,

Çok da güzel değilsen

Gönüldür nasıl edim.


Sağlık ve huzur dileklerimle

24 Ocak 2011 Pazartesi

Yaşama dair


Bugün duyduğum ve durup düşündüğüm, çok anlamlı bir söz:
*
YAŞAMA YILLAR KATMAYIN, YILLARA YAŞAM KATIN.
*
Kim söylemişse güzel söylemiş.

23 Ocak 2011 Pazar

Minibüs sevdam 4




Cana can katan minibüs maceralarım bir hayli birikse de elim varıp yazamadım. İnşallah bundan sonra yavaş yavaş kafamı toparlayıp sana anlatacağım Blog'cuğum. Senden başka ilgilenen olmayacağına adım gibi eminim. Analyticsee göre, son nefesini vermiş hastanın elektrosu gibi dümdüz bir çizgiden ibaret okurgillerim.



Minübüslerimiz; hani şu meşhur 77 milyon nüfusumuzun küçük bir kesiti. Her yaş ve sınıftan insanın samimi bir ortamda biryerlere ulaşmasını sağlayan kimi kırmızı kimi mavi berelilerimiz. Kuyruklar oluşturup beklediğimiz , binince kendimizi güvende hissettiğimiz(nedense?).Elden ele bir ahenkle paralarımızı uzatıp aynı ahenkle üstünü aldığımız 17-21-32 kişilik poliüretanlı haydi bineklerimiz.


Şöför kontak anahtarını çevirdiği andan itibaren başlayan cep telefonu çıkartma hareketliliği görülmeye değer. Sanki önce çıkarana bir ödül verecekler. Amanıñ, ne konular, ne derin muhabbetler, ne ocak söndüren dedikodular.... Hangisini dinleyeceğini şaşırıp kalıyor insan. Tabii bu toplu hareketin içinde tek eliyle direksiyonu çeviren kaptanı da unutmamalıyız. Yaşa, başa bakmaksızın %90 ından apaçi dansı müziği yükseliroldu son zamanlarda.


Asıl anlatmak istediğim konuya bir türlü yaklaşamadım. En iyisi pat diye içine girivereyim:
Cam kenarında oturmayı severim ve mutlaka az da olsa camı aralarım. Geçtiğimiz günlerden birinde yine aralık camdan yüzüme esen temiz havayla mest olmuş giderken, yanımda oturan hanımın rahatsız olduğunu söylemesi üzerine camı kapattım. Az gittik uz gittik, giderek kalabalıklaşan ortamda oksijen kıtlığı baş gösterdi ve ayaktaki yolcular camı açmamı istediler. Ben, yanımdaki hanımı işaret ederek talepleri O'na yönlendirdim. Beni aşan bir tartışma, hatta kavga başladı. Yanımdaki hanıma sonunda o klasik tavsiyede bulunuldu. ''Madem öyle taksiye bin.''


İçin için düşünmeye başladım. Bu durumda kim haklıydı? Hoş, ben azınlık da olsa yanımda oturan hanımdan yana tavır sergileyerek camı açmadım. Aslında her iki taraf da haklıydı. Hastanın halinden ancak hasta anlar derler. Diğer yanda, kaynama noktasına gelmiş, bunalmış insanlar.


Yaşamda bu tür başka örnekler yok mu? Her iki tarafın da haklı olduğu, ama kavga ve gürültüyle, hoşgörüsüzlükle neticelenemeyen neler neler yaşanıyor.


Onun için herkese sağlık ve huzur diliyorum.






17 Ocak 2011 Pazartesi

Kulis





Yaşam bir tiyatro sahnesidir

derler,

bazıları kuliste oynamayı

tercih ederler.

Rayegân Yaşar




14 Ocak 2011 Cuma

Yeni bir yıl, yeni bir yaş

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde Oğul'cuğum bana bir Blog açıvermiş. Gelin görün ki
ihmale uğrayan, bakımsız kalan bu güzelim bloga kâh bir süpürge ile temizlik yapmaya, kâh bir kutu lokumla gönül almaya gelmişim. Çok ayıp etmişim.

Sessiz sedasız yine, yeni bir yıl daha geliverdi. 2010 u hazmedemeden 2011 den yemeye başladık. ''Yeni Yıl Obezitesi'' diyorum ben. ''Diyetisyen'' dediğin buna çare bulur. Kibrit kutusu kadar peynir, altı bardak su... işe yarar mı bilmem.

Bu arada, yeni yıl sağı gösterirken, yeni yaş da solu çakıveriyor insanın gözüne . Hele bir de resimdeki çilekler kadar çoksa. Olsun! Deriz ya; önemli olan hissettiğimiz yaştır. O'nu hep genç ve diri tuttuğumuz sürece; otobüste bize yer veren olmaz. (Şaka şaka)

Yeni yıl inşallah tüm dünyaya barış, mutluluk ve huzur getirsin.

Yaşam her şeye rağmen güzel.