31 Ocak 2009 Cumartesi

İhlâl

Malzemesi bol bir konuyla yine huzurlarınızdayım:

''İhlâl'' hepimizin çok iyi bildiği bir kelime ve anlam. Zaman zaman maruz kaldığımız, zaman zaman zevkle uyguladığımız aykırılıklar dizisi de diyebiliriz buna. Siz daha çok hangi tarafındasınız bunun bilemiyorum. Ben doğru olanı yapmaya çalışanlardan olmanın garipliğini yaşıyorum. Örneğin; karşıdan karşıya geçerken yol boş bile olsa yeşil ışığın yanmasını bekleyen tavrımla ihlale karşı gelmenin komikliğini yaşıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Yolun müsait olmasından yararlanan insanlar akın akın karşıya geçerken kırmızı ışık yanan direğin dibinde kalakalmanın insanda yarattığı yalnızlık duygusunu.

Bir süre önce gazetelerde okuduğumuz şu olayı:'' İETT otobüsünde cep telefonu ile konuşan bir yolcuyu ikaz eden diğer yolcunun, çıkan kavgada ağır yaralanarak hastaneye yetişemeden öldüğü'' haberini anımsatmak istedim. Canından olduğuna değdi mi doğrucu vatandaşın. Hiç sanmıyorum. Haftanın belli günleri bu tür otobüslerle yolculuk yapan bir kişi olarak gördüğüm manzaralar karşısında dehşete kapılıyorum. Otobüsü kullanan sürücünün yol boyunca cep telefonu ile derin sohbetler içerisinde yol aldığına şahit oldum.

''Buraya çöp dökmeyin'' yazılarının altı inatla çöplük haline getirilir. Çocuk parkları, anne-babalarının çitledikleri çekirdek kabuklarıyla kaplanır. Apartmanların alt katlarında oturanlar, üst komşularına sürekli ikazda bulunur;ya camları ya çamaşırları şuursuzca silkilen halı kilimlerle kirleniyordur..... daha bir sürü örnek verebiliriz.

Peki, kuralları sadece ihlâl etmeyi bilen ve seven bir toplum olarak nasıl bir psikoloji içerisindeyiz. Yapmamız gerekeni yapmamakla kendimize neyi ispat ediyoruz. ''Özgürlük'' anlayışımız bu mudur bizim. Zevk mi alıyoruz acaba. Yoksa gereken eğitimi alamıyor muyuz ailemizden, okullarımızdan? Ya da onlar da bu konuda yetersiz mi?

Ben işin içinden çıkamadım. Sizler ne düşünüyorsunuz?

Sağlık ve huzur dileklerimle.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Türk Sanat Müziği

Her Türk evladı; bir gün gelecek Türk Sanat Müziğini çok sevecek.

Yukarıdaki söz öz be öz bana aittir. Biraz iddialı olmakla birlikte en ummadığım insanlar üzerinde yaptığım gözlemler neticesinde kanıtlanmıştır. Bu da biraz mahkeme tutanağı gibi oldu, neyse.

Ben, bir TSM sevdalısıyım diyebilirim. Her geçen gün artan bu sevgi ve bağımlılığım bana inanılmaz huzur veriyor. Kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Hele ki TV ekranlarından izlediğim bir yığın olumsuz, sevimsiz ve ruh sağlığıma zarar veren programdan kaçmamı sağlayan bir dost adeta. Hani mezarlıktan gece geçmek zorunda kalan insanlar korkularını bastırmak için ıslık çalar ya, ben de ülkemde ve dünyada yaşanan korkunç olaylardan etkilenmemek için ona sığınıyorum sanki.

Ne tür olursa olsun, müzik; yaşamın fonu olmalı. Yemek yerken, dinlenirken, çalışırken, hatta uyurken bile başucunda hafif hafif güzel birşeyler çalmalı insanın.

Müzik, anıların en baş tanığıdır. Duyduğunuz bir melodi, sizi öyle yerlere götürür ki; geçmişte yaşadığınız bir anınızı, başka hiçbir şey bu kadar ayrıntılı anlatamaz. O ezgi, size bir dönemi hatta bir günü tekrar yaşatır. Üzerinizdeki elbise, ayağınızdaki ayakkabı, boynunuzdaki kolyeye kadar, bugün gibi anımsarsınız; kulağınıza ulaşan üç dakikalık bir şarkıyla.

Türk Sanat Müziğini Türk mutfağına benzetiyorum. O kadar çeşit, o kadar farklı lezzet içeriyor ki, yedikçe yiyesiniz geliyor. Oysa pop müzik, ayaküstü birşeyler atıştırmak gibi. Derinliği olmayan, kültüre katkı sağlamayan günübirlik müzik.

En ince duygular, en güzel aşklar; ne güzel saza, söze dökülüvermiş öz müziğimizde. Ne güzel benzetmeler yapılmış. Yukarıdaki resimde olduğu gibi, üstünü bulutlar kaplayan dağ ''Kâh başı duvaklı, bir gelin gibi'' ; Sadi Işılay'ın bestesiyle ne güzel anlam kazanmış.

Müzik; ruhun gıdası ve ilacı diyerek sözlerimi bitiriyorum.

Sağlık,huzur ve müzik dolu günler dileğiyle.

23 Ocak 2009 Cuma

Atatürk gibi düşünebilmek

Size bir olay anlatmak istiyorum bugün:

Cumhuriyetimizin ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir ve bütün büyükelçiler davet edilir. Davetliler arasında bir de İngiliz askeri ataşesi bulunur. Bu binbaşı davet boyunca Mustafa Kemal'e rahatsız edercesine dik dik bakar. Durumu anlamak için Mustafa Kemal yaverini ''Ne derdi varmış bir öğren'' diye sorması için bu kişiye gönderir. Yaver, ataşeyle görüşerek Mustafa Kemal'e nedenini açıklar;''Paşam Siz, Çanakkale savaşında O binbaşının dedesini öldürmüşsünüz''
******
Bu olayı belki sizler de biliyorsunuzdur. Amacım, buradan bir ders çıkartmak. Hepimize, her zaman gerekecek bir öğreti: Atatürk'ün verdiği yanıt. O'nun yerinde bir başkası olsaydı ne derdi;
Örneğin:
* Çok üzüldüğümü söyle, tarafımdan özür dile.
* Masama davet et, kendimi affettireyim
* Acısını paylaştığımı söyle

. . . . . . gibi çoğaltabiliriz. Ya da siz olsaydınız ne derdiniz? Bence; burada verdiği yanıttır Ata'mızı farklı kılan. Kıvrak zekâ, hızlı düşünüp doğru karar verme yeteneği. Kendisine ve ülkemize kazandırdığı değer, dik duruş, ağırbaşlılık. Keşke O'nun kadar sağlam durabilsek zorluklar, çaresizlikler karşısında. Herşey çok daha farklı olurdu o zaman.

Ata'mızın verdiği yanıt şuydu:
GİT SOR BAKALIM, DEDESİNİN ÇANAKKALE'DE NE İŞİ VARMIŞ.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

20 Ocak 2009 Salı

Mutluluk


*Mutluluk, sorunsuz bir yaşam değil, sorunlarla başa çıkabilme yeteneği demektir. BROWN


Mutluluğu, hepimiz farklı farklı tanımlarız. Bu; yaşa, başa, yaşam şartlarına ..... ve daha birçok şeye göre değişir. Ancak, mutlu olabilme yolunda yapılan çabalar birbirine benzer. O yol, inanç ve uğraş gerektirir.

Bazı insanlar mutluluğu, kapıyı çalacak bir misafir gibi oturduğu yerde bekler. Ya da piyango biletine kesinlikle çıkması gereken bir ikramiyeymiş gibi heyecanla içinde saklar. En kötüsü bu olsa gerek. Onların hiç şansları yok demektir.

Bazıları, içinde yüzdüğü mutluluk denizinin farkına bile varmadan ofun sofun yaşar gider.
Ta ki gün gelip birer birer kaybettiği bu güzelliklerin gerçek mutluluğu olduğunu farkedene kadar. Ne kadar acı bir durum.

Ben; mutluluğu yükseklerde aramayan insanları çok severim. Küçücük bir iltifat, sevgi sözcüğü ya da saksıda yeni açmış bir çiçekten mutluluk duyan insan benim için geçerlidir. Elbette, insanoğlunun hedefleri, amaçları da olmalı. Bu yolda gerekli çabayı harcamalı. Bedel ödenmeden elde edilen hiçbir şey emekle kazanılan kadar değerli olamaz, çok çabuk tüketilir. Yalnız, hedef belirlerken çok da hayalci olmamak gerekir. Şartlar, koşullar çerçevesinde amaçlar edinmek en güzeli.

Herhalde yaşamın tek amacı mutlu olmak. Başkalarının da sevinçleri, coşkuları ile beslenerek büyüyen çok güzel duygu.

Mutluluk dileklerimle.


19 Ocak 2009 Pazartesi

Ezik - Nazik

Başlık yazımdan hiçbir şey anlamadınız değil mi?
Bu benim yaşamla ilgili saptamalarımdan sadece bir tanesi.Az sonra........

Her aile, yetiştirdiği çocuğuna öğütlerde bulunur. Anne baba olmadığı sürece gençlerin kulağına hoş gelmese de bu sözcük(öğüt), birgün onlara da kesinlikle gerekecektir. Evet, bazı anne-babalar çocuklarına; aman yavrum gözünü aç, uyanık ol. Bir baş ol da istersen soğan başı ol gibi öngörülerde bulunur.Bazı aileler ise, ''diğer insanların da kendisi kadar değerli olduğunu, onlardan sevgisini ve saygısını esirgememesi, herşeyden önemlisi nazik ve kibar olması gerektiğini'' vurgular durur.

Burada anlatmaya çalıştığım ikinci gurup; yani benim de içinde bulunduğum hatta sizlerin de...Saygı ve nezaketi içine sindiren kitle. Okul, iş, bir takım sosyal çevrelere girdiğinizde dikkat edin. Sizin incelikli yaklaşımlarınıza, herkesten aynı karşılığı alabilecek misiniz? Yoksa sizin nezaketinizi karşınızdaki bazı insanlar ''eziklik'' olarak mı algılayacak.

Arkadaşlarımızı bir gözden geçirelim: Siz, doğal olarak hepsine özen gösteriyorsunuz. Aman çok dikkatli olun, bazıları bu yaklaşımı ''Vay be meğer ben neymişim'' tavırlarıyla kabul ediyor. Nezaketinizi acizlik, güçsüzlük gibi algılayıp sizi küçümsemeye kalkıyor. Yani; başlıkta belirttiğim iki kelime arasındaki çizgiyi farkedemeyecek kadar algılama güçlüğü yaşıyor. Sizin bunu anlamanız bazen uzun sürebilir. Uyarmadı demeyin.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

18 Ocak 2009 Pazar

Dostluk

Bugün Mesnevi'den bir alıntı aktarmak istiyorum sayfama:

BİR GERÇEK DOSTLUK SINAVI:Mevlana ve bir öğrencisi, dostluğun ve arkadaşlığın konu edildiği bir söyleşiden çıkmışlar, yolda birlikte yürüyorlardı. Biraz ileride yolun kenarında, iki köpeğin koyun koyuna sokulmuş, birlikte uyuduklarını gördüler. Öğrencisi, biraz önceki söyleşinin de etkisi altında kalarak, bu görüntü karşısında çok duygulandı ve bu duygusunu Mevlana ile paylaşmak istedi:''Efendim şu manzaraya bakın'' dedi. ''Ne denli yüce bir ders alınacak dostluk örneği, değil mi?''

Mevlana, öğrencisinin bu heyecanı karşısında hafifçe gülümsedi ve kişisel çıkarların nice dostlukları yakıp kül ettiğini anımsattıktan sonra O'na, unutamayacağı bir ders verdi:''Evlat, sen onların arasına bir kemik atıver de, bak o zaman gör dostluklarını'' dedi.Bir dostluk, kişisel çıkar karşısında unutulmayacak denli sağlamsa, ancak o durumda bir değer ifade eder ve ancak o zaman onun adına ''Gerçek Dostluk'' denir. **

Ne diyorsunuz? Bu öğretiden sonra hâlâ ''Benim çoook dostum var'' diyebiliyor musunuz? O zaman siz ya çok şanslısınız, ya da dost bildiklerinizle henüz çıkar çatışması yaşayacağınız bir durum oluşmadı. Dilerim hiç olmasın.

16 Ocak 2009 Cuma

Teşekkür



Lütfen sizler de yazın. Hayır yanlış anlamayın. İllaki benim yazılarımla ilgili yorum yapın anlamında söylemiyorum bunu. Duygularınızı, düşüncelerinizi zaman zaman bir yerlere yazın. Benim gibi, ya da sıradan bir defter sayfasına; ama kesinlikle yazın. İnanın; bu size çok şey kazandıracaktır.

Başkalarını değerlendirebilmemiz için, önce kendi değerimizi ve değer yargılarımızı bilmemiz gerekir. Yazmak, düşünmek demektir. Belki hiç kafanızı yormadığınız bir konu, birdenbire önünüze çıkacak ve ''Ya ben bunu hiç düşünmemiştim'' diyeceksiniz. Kendinizi tanıyabilmek için sadece aynaya bakmanız yeterli değil. Fikirlerinizi, sizi siz yapan ögeleri somut bir şekilde görebilmelisiniz.

Yazmaya başladığım günden beri, tanıdığım - tanımadığım beni izleyen, destek mesajları yollayan sizlere çok çok teşekkür ederim.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

15 Ocak 2009 Perşembe

Ben ne kastederim, sen ne anlarsın.


*Düşündüğümüz, *söylemek istediğimiz, *söylediğimizi sandığımız, *söylediğimiz, *karşımızdakinin duymak istediği, *duyduğu, *anlamak istediği, *anladığını sandığı, *anladığı . . . arasında farklar vardır.

İşte bu nedenle, kişilerin birbirlerini yanlış anlamaları için hemen her zaman, ortada en az 9 olasılık vardır.**SYLVİANE HERPİN

Yine sevdiğim bir sözü sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet, çok konuşuyoruz, çok dinliyoruz da; sözlerimiz kulaklarımıza anlam kaybına uğramadan ulaşabiliyor mu?

Her canlı türünün, aralarında anlaşabilecekleri bir dili ve davranış biçimi var; insanlar hariç. Doğadaki birçok hayvanın,ses tonundan veya duruşundan ne demek istediğini bizler bile anlarız. Çünkü hayvanlar,saftır, doğaldır. Duyguları ile haykırışları ya da vücut dilleri birbirini tamamlar. Açsa açlığını, toksa tokluğunu dile getirir. Tok görünümlü aç bir hayvan görmedim bugüne kadar. Kızgınsa dişini gösterip hırlar, mutluysa sevgi dolu mırıltılar, hırıltılar çıkartır. Bunu başka türlü anlamlandırmak olanaksızdır.

Yukarıdaki sözü tane tane okuyup, biraz üzerinde düşünecek olursak; sorunun yine biz insanlardan kaynaklandığını hemen saptayabiliriz. Çocuk yıllarımızda severek oynadığımız bir oyundu: ''Kulaktan kulağa.'' Bu bile diğerimizi yeterince duyamadığımızın, anlayamadığımızın bir göstergesi değil midir?

Çoğunlukla, düşünmeden konuşuruz. Hepimizin alışık olduğu sözlerdir;''Ay ağzımdan kaçıverdi'', ''Dilim tutulsaydı da söylemeseydim'', ''Ben gerçekten böyle mi dedim?'' .....Demek ki; söylenmek istenenle söylenen farklı farklı şeyler. Umursamadan, anlamından uzak kelimeler saçıyoruz dört bir yana.

Oysa tek bir söz (yanlış anlaşılan veya anlatılan) en güzel dostlukların katili olabilir.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Yemekteyiz

Şükürler olsun ülke olarak en büyük sorunumuzu hallettik. Artık kaşığımızın, çatalımızın nerede duracağını öğrendik. Bıçağımızın ne tarafa bakacağını, bardağımızın yönünü çok iyi biliyoruz. En önemlisi mumu, şamdanı yanmayan sofraya asla oturmayacağımızı beynimize kazıdık.

Son zamanlarda televizyon kanallarımızda peşpeşe başlayan yemek programları için ne demeli bilemiyorum. Farklı yemekler öğrenebilmek amacı ile akşamüzerleri seyrettiğim bu programlar zaman içinde haber sonrası kuşağını sardı sarmaladı. Yani, çok daha öğretici, aydınlatıcı programlar olması gereken saatlerde, beş kişinin didişmesinden oluşan tuhaflıklar zincirine tanık olmaya başladık. Üstelik ilk defa mutfağa girdiğini itiraf eden yarışmacılarla.

Peki, bu insanlar hangi ölçüler gözönüne alınarak seçildi. Kavgacı, dedikoducu oldukları için mi? Bu kadar mı çok seviyoruz; seviyesiz nitelikleri. ''Seyretme, olsun bitsin'' deniyor nedense bu gibi durumlarda. Kaliteli ve gerçek yayıncılık yapmak yerine seyretmemek. İlki zor olsa gerek. Ülkemiz gerçeklerini, sorunlarını ancak gece yarısı programlarında izleyebiliyoruz.

Biz; safsatalarla uğraşmaya, birbirimizi yemeğe devam edelim. Birileri koca koca çatal bıçaklarını çıkartmış ağızlarının suyu aka aka kendilerine ziyafet sofrası hazırlıyor.

Afiyet olsun.



11 Ocak 2009 Pazar

Pasta


İster hazır alınsın, ister evde yapılsın, hepimiz yaşadığımız süreç içinde muhtelif zamanlarda, şöyle bir güzelliğe nefesimizle esintiler oluşturmuşuzdur; üzerindeki mumları söndürmek için. Böyle bir pastayı sevdiklerimizle paylaşmak için, kesinlikle güzel bir nedenimiz vardır. Bu; ya bir doğum günü, nişan, düğün, yıl dönümü......Onun içindir ki pastayı sevmeyenimiz yoktur. Başımıza gelen güzelliklerin simgesidir.

Oysa helva da çok güzeldir. Fıstıkları kıvamında kavrulmuş bir irmik ya da un helvası. Ama nedense pasta kadar sıcak bakmayız bu güzel lezzete. Nedenini söylememe gerek yoktur umarım. Bir çok insan bu sebepten yemeyi reddeder.

Biz yine pasta muhabbetine dönelim. Çocukluk yıllarımızda; doğum günü pastalarımızın üzerindeki mumların eksik olmamasına özen gösterirdik. Bir mum eksik olsa ağlardık belki de. Kendimiz ne kadar küçüksek, pastamız o kadar büyük olurdu. Yıllar sular seller gibi akıp geçince, yaşımızla yüzleşmekten korkar olduk. ''Muma falan gerek yok'' demeye başladık titreyen seslerle. Öyle gün geldi ki pastanın bünyesi, o kadar mumu kaldıramayacak hale geldi. Taşısa da, mumların hararetinden kaşıkla yenecek duruma gelme sakıncası belirdi. Biz büyüdükçe pastamız küçüldü. ''Şöyle ince bir dilim'' diyerek, şeker, kolesterol, fazla kilo... gibi özürlerle, bu güzellikle de aramızdaki mesafeyi biraz daha resmîleştirdik.

Nişan, düğün törenlerinde yenen, daha doğrusu birbirinin yüzüne gözüne bulaştırılan pastalara çok gülerim. Diz boyu yaşanan heyecana ek olarak, ortada beliriveren kat kat pastanın başında; tüm bakışlar ve alkışlar arasında, yerini bulamayan lokmalar güzel anılar olarak tarihteki yerlerini alırlar.

Pasta ile ilgili herkesin ilginç bir anısı vardır kuşkusuz. Benimki; evde kutlanan kalabalık katılımlı bir doğum gününde, kanepenin üzerine bırakılmış pasta tabağının üzerine rahat rahat oturuşumdur.

Hepinizin bir yıllık doğum günü kutlu olsun şimdiden.

7 Ocak 2009 Çarşamba

Unutkanlık


Bugün ortak sorunumuz haline gelen ''Unutkanlık'' la ilgili birşeyler yazmak istiyorum. Çoluk- çocuk, yaşlı-genç, aynı gemideyiz. Unutkanlar gemisi.

Bu halimiz arkadaş sohbetlerinde, giderek geniş bir yer tutmaya başladı. Örnekler adeta çığ gibi büyüyor. AAA bir de bakıyoruz akşam olmuş. Yok, biraz abarttım. Ama, her birimizden öyle öyküler çıkıyor ki;'' Bunun sonu iyi değil'' ana fikriyle kendimize geliyoruz. Ocakta unutulan yemekler, evde unutulan anahtarlar, buzdolabına konan çaydanlıklar....

İşin en acı yanı, yolda karşılaşıp uzun uzun sarılıp sohbet ettiğiniz arkadaşınızın ismini hatırlayamamanız. Oysa, ne kadar da samimisiniz. Hele çoluk çocuk ve ailenin, isim vermeden hatırını sorma durumu, bir cambazın ipin üstünde halka çevirerek yürümesi kadar takdir edilecek bir durum.

Zaman zaman, bu konuda kitaplar okuruz, sağlık programları izleyerek bilinçlenmeye çalışırız. Nereden aklımda kaldığını bilemeyeceğim; aklımıza gelmeyen bir ismi hatırlamak için, gözlerimizi daire çizecek şekilde çevirmenin faydası olduğunu öğrenmiştim.Ve böyle bir bilgiyi hemen, esirgemeden çevremle paylaştım. Yanılmıyorsam Yoga çalışmasıydı bu. ''Beynin iki lobu arasında ilişki kurabilmek ''amaçlı yapılan bir egzersiz. Düşünebiliyor musunuz? Her anı, birşeyler hatırlamaya çalışmakla geçen bizlerin göz yorgunluğunu.

Bir kere, bilinçli beslenmiyoruz. Bir çok şey gibi gıda ürünlerimizi de ithal eder olduk, kültürüyle birlikte.Türk mutfağını unuttuk. İksir gibi baharatlarımızı terkettik. Yeniden keşfediyoruz.

Eskiden telefonla aradığımız kişinin, tek tek numarasını çevirirdik. Şimdi adını görmemiz yetiyor. Bugün ''Ay ne büyük kolaylık'' dediğimiz, tüm teknolojik ürünler hafıza kaybımızı destekleyen en büyük etmenler. Kağıt kalemle çarpma, bölme işlemi yapmaya ne dersiniz? Yoksa onu da mı unuttunuz. Bir zamanlar bakkalın alt alta yazıp topladığı harcamalarınızı, ne kadar titiz kontrol ederdiniz. Şimdi ''Yazar kasa yalan söylemez'' diyip cebinize mi atıveriyorsunuz fişinizi.

Teknolojinin ucu, sonu yok. Yakında, bizim yerimize düşünen, konuşan aparatlarımız da piyasaya çıkarsa, iyice rahat ederiz.

Sağlık ve huzur dileklerimle



6 Ocak 2009 Salı

Nakarat



Bazı şarkılarda, yer yer tekrar edilen kısımlar vardır. Türk Sanat Müziğinde ''Nakarat'' dediğimiz bu kısımlar, kimi şarkılarda; hem söyleyene hem de dinleyene hoş gelir. O kısım insana güven verir. Çok tekrar edildiği için hata olasılığı yok denecek kadar azdır. Bunun tam aksi, melodisi hoşumuza gitmeyen nakaratlar da bir o kadar canımızı sıkar.Söylerken ağzımız, dinlerken kulağımız yorulur.

Bence, yaşamımız da şarkılardan oluşmuş gibi. Kimi günümüz coşkulu, kimi, günümüz, hüzünlü, kimi günümüz romantik bir sürü şarkıdan oluşuyor adeta. Tabii, bu şarkılarımızın içinde yer yer nakaratlar da var.

Hepimiz; sevdiğimiz, sevmediğimiz nakaratlarımızı, yani tekrarlarımızı saptayabiliriz. Bu; ev hanımları için, çalışanlar için, öğrenciler için..... farklı farklı olabilir. Örneklersek, benim en sevmediğim nakaratım herhalde ütü yapmaktır. En sevdiğim ise, biraz da müzikal olacak ama kanun çalmak. Bir düşünün''Sizinkiler neler?''

Bunu bir de doğaya uyarlarsak; her bahar açan çiçekler, yeşeren ağaçlar, öten kuşlar, herkes için tekrarından haz duyulan nakaratlardır. Bu kişiden kişiye farklılık da gösterebilir. Bazılarımız sıcacık evinin penceresinden karın yağışını seyretmeyi sevebilir, ama bu yakıt alacak parası olmayan bir fakir için elbette aynı olamaz.

En güzel nakaratlar sizlerin olsun.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Vatan sıhhate benzer, değeri kaybedilince anlaşılır.

Süleyman Nazif'in bir sözünü başlık olarak seçtim bugün.
Gazze'den yükselen çığlıkları duyuyoruz: Düne kadar bizler gibi yaşayıp giden onca masum insan, bugün kıyametlerini yaşıyorlar.
Katledilenlerin çoğu çocuk. Bu; işin en acı yanı. Üzerlerinde oynanan oyunlardan habersiz, yeni yılı bekliyorlardı onlar da heyecanla.Nereden bilsinler, körpe bedenlerinin türlü türlü silahların denendiği, kobay farecikler gibi yok olup gideceğini. Umutları, hayalleri kimin umurunda. Belki içlerinden büyük bilim adamları, sanatçılar... çıkacaktı.
Bireysel olaylarda aslan kesilen ,insan hakları savunucuları ülkeler, film gibi izliyorlar bu vahşeti. Eminim; kendi çocuklarına, ruhsal dengeleri bozulmasın diye izlettirmiyorlardır bu sahneleri. ''Kendisine Müslüman '' denir böylelerine.

Sevgili aydınlarımız, daha doğrusu aydın kaplamalı karanlıklarımız, çok gerilere gitmeye gerek yok, burnumuzun dibindeki Filistin'lilerden bir özür dileyin de duyalım insanlık adına.
Sağlık ve huzur dileklerimle.

4 Ocak 2009 Pazar

Kelebek



Ne güzel bir hayvandır;kelebek. Süslü, zarif kanatlarıyla insanda ne güzel duygular uyandırır. Oysa doğada birçok kanatlı böcek var; bir çoğundan korkar, çekiniriz. Yaz günleri lambanın etrafında dönen; pervaneler, başka başka böcekler. Üstelik kimseye bir zararları da yoktur. Kendilerini yakarlar sadece.

Kelebeğin hali bir başka. Bestekârlara ilham olmuştur.''Benim gönlüm bir kelebek....'' sözleriyle, kalbimizdeki en ince duygulara benzetmişizdir. Güzelliğini, içsel güzelliklere eş tutmuşuzdur. Konduğu çiçeğe, hatta bir taş parçasına bile ruh veren bu güzel hayvandan kendimize bir öğreti çıkartamaz mıyız?

Geriye dönüp baktığımızda, yılların hızla akıp gittiğini söyler dururuz. Yıllar öncesi bile dün yaşanmışçasına yeni iken, ömrümüzün de bir kelebeğinkinden çok olduğunu söyleyemeyiz. O halde, pervaneler gibi kendimizi yakmaya değer mi?

Sağlık ve huzur dileklerimle

3 Ocak 2009 Cumartesi

Emek



*Yaşam bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz. CLAUDE PEPPER

Çok sevdiğim bir sözle başlamak istedim bugün. Ne kadar doğru değil mi? Yola çıktık bir kere; pedal çevirmeye devam edeceğiz. Düşmek bizlere yakışmaz.

Bir kuş bile yuvasının harcını,çöpünü taşımak için kilometrelerce uçuyor. Ailesini tehlikelerden uzak tutabilmek, yavrularını güvenli bir ortamda büyütebilmek için. Tüm insanlara örnek olmalı.

Günümüz insanı, emek vermeden, çaba göstermeden biryerlere gelmenin akıllılık olduğunu zannediyor. Aileler çocuklarına ''Kurnaz ol'' diyor. Gençler, kısa yoldan şöhret olmanın yollarını arıyor. İş adamları, köşe dönme konusunda neredeyse seminer verecek donanıma sahipler. Tabii istisnalar kaideyi bozmaz.

Peki, pedalını kendimizin çevirmediği bir bisiklet, bizim istediğimiz yere gider mi? Hiç zannetmiyorum. Ne süratini, ne yönünü konrol edemediğimiz, direksiyonuna hakim olamadığımız bir bisikletle zevkli bir yolculuk yapamayacağımıza göre: Varsın yorulalım, zahmet çekelim, çok hızlı gitmeyiverelim ama yaşam direksiyonumuzu kimsenin eline teslim etmeyelim.

İyi yolculuklar.

2 Ocak 2009 Cuma

Sağlık ve Huzur



Evet;'' Sağlık ve Huzur'' kaybetmekten korktuğum iki temel unsur. Yaşam felsefemi oluşturan, görünüşte basit iki kelime. Ama içeriği dolu dolu iki sözcük. Bir zamanlar, elinde sihirli değneğiyle ''Dile benden ne dilersen'' diye soran bir periden istemeyi düşündüğüm en son şeylerdi oysa.

Demek ki; zaman ilerledikçe tercihlerimiz de değişiyor. Bizler de değişiyoruz. Hatta bazen bir günde bile değişebiliyoruz. Buna isterseniz olgunlaşmak, isterseniz kendine gelmek diyelim.

Hayatın neresinde durup, neresinden baktığımız çok önemli. Aynı yerden, aynı anda iki göz bakamayacağına göre, görüşler de farklı farklı; parmak izleri gibi. ''Seni çok iyi anlıyorum'' sözü, dostça söylense de, bir iyi niyet göstergesi olsa da; diğer kişiyi tam anlamıyla anlamak imkânsız.

Çevremde, ''Nasılsın?'' sorusuna ''Turp gibiyim'' yanıtı veren hiç kimse kalmadı neredeyse. Hoş, hep merak etmişimdir. Çok iyi olduğunu anlatmak için ''turp gibi'' tanımı niye yapılır? Bir hikâyesi olsa gerek. Beslenme tarzımızdaki değişiklik, olumsuz hayat şartları, hileli, hormonlu gıdalar..... sağlığımızı elimizden almaya çalışan nedenlerin birkaçı. Hepsinden önemlisi; akıl sağlığımız. Onu da çok iyi korumamız gerekir.

Huzur sözcüğü, adeta söylerken insana huzur veriyor. İçinde o kadar güzel öge barındırıyor ki, hangi birini söylesem: Mutluluk, işlerin yolunda gitmesi, gönül rahatlığı, yaşayan tüm sevdiklerinin sıkıntıda olmadığını bilmek......daha bir çok güzellik.

Hepinize sağlık ve huzur diliyorum.

1 Ocak 2009 Perşembe

Beklentiler



Bu sabah büyük bir sessizliğe uyandık. Evlerdeki, sokaklardaki, alışveriş merkezlerindeki hareketlilik, yalancı şenlik havası bitti.

Kaybolan Milli Piyango bileti umudu; bu ayki doğal gaz faturası kabusuyla yer değiştiriverdi. Oysa, bir gece önce rüyasında başbakanı gördüğünü anlatıyordu, yurdum insanı.

Geçtiğimiz hafta kanalları astrologlar istila etmişti. Satürnler, uranüsler, neptünler gırla gidiyordu. Bu hafta psikologlar, başına talih kuşu konamayanlara; içine düştükleri travmadan nasıl kurtulacaklarının sırlarını verecekler.

2009 hepimiz için zor bir yıl olacak. Bireysel, toplumsal ve siyasal açıdan ezileceğimiz, üzüleceğimiz bir yıl olacak. Gündemi dikkatle izleyen bir vatandaş olarak bu konularda da söyleyeceğim çok sözüm var. Ama çözüm üretemedikten sonra, konuşmanın da yazmanın da yarar sağlamayacağını biliyorum. Vatandaş olarak sorumluluklarımın bilincindeyim.Yükümlülüklerimi sonuna kadar yerine getiriyorum.

Yukarıdaki fotoğrafta, soğuktan korumaya çalıştığımız sokağımız kedileri için yaptığımız, geri ödemesiz TOKİ evlerinden bir örnek görebilirsiniz.

Sağlık ve huzur dileklerimle.