Sessiz sedasız dört yılı geride bırakmış, beşinci yıldan gün almaya başlamışız Sevgili Blog'um. Dönüp de geriye baktığımda, yazdıklarımı okuduğumda , sana ne kadar haksızlık ettiğimi anladım. Elime ne geçerse attığım ABUR- CUBUR çekmecesi gibi doldurmuşum seni. Oysa sen çok daha iyilerine lâyıktın.
Bundan sonrası için sana '' Daha güzel ve kaliteli yazacağım '' diye söz verebilir miyim? Hayır, veremem. Ben, fırsat buldukça yazılarını okuduğum (yorum yapmasam da) değerli Blogger Arkadaşlarımla H2N-CO-NH2 yarışına girebilir miyim? Aslaaaa. Onları hazır yeri gelmişken bir kez daha sevgiyle kucaklayıp, takdir ettiğimi belirtmek isterim.
Üzgünüm, yeni yılda da yazacaklarım bundan farklı olmayacak. Ne demiş atalarımız '' Hiç bir blog bloggerini seçemez.'' Benimle böyle estek- köstek devam edip gideceksin yani. Ne yapalım bu da senin kötü kaderin, kem talihin.
Blogger dostlarımın teselli yorumlarını elimde mendil, gözümde yaş, okumak istemediğim için bu yazımı yoruma kapatıyorum. Sevgiyle kalın.
Sağlık ve huzur dileklerimle.
Akçay'a, Nino'ma ve Niloş'uma kucak dolusu sevgiler.
Bugün, kimya bilgilerinizi sınamak üzere vükelâca bir başlık kullandım. Neymiş efendim NaCl = Sodyum klorür = Tuz. Azının da, fazlasının da vücudumuzda ne denli olumsuzluklar yarattığından haberimiz yokmuş meğer.
Şu sıralar, eksikliği ilgi alanımız kapsamında. En belirgin belirtilerinden biri depresyonmuş.'' Allah ağzımızın tadını, tuzunu eksik etmesin.'' diyerek evrene güzel bir dilek yolluyorum bu arada. Ne diyorlar buna: O L U M L A M A . {;-))
Gelelim çocukluk yıllarımızın, zevkle izlediğimiz gölge oyunu Karagöz- Hacivat'a ve karakter oyuncusu Tuzsuz Deli Bekir'e. İçip, içip,
''HEEEEEEYT ANAMI KESEN BEN, BABAMI KESEN BEN, VAR MI BANA YAN BAKAN ''
diye naralar atan bu kabadayı tiplemesine takıldı kafam son günlerde. Bu arada ek bilgi: DELİ sıfatını hiç de kötüye kullanmamış Sayın Bekir. Mahallede asayişi koruyup, haklıyı kollayan haksızı cezalandıran bir zatmış. Peki, adamceğize niye TUZSUZ demişler. Araştırdım, soruşturdum; doğan çocukların sofra tuzuyla tuzlandığı bir geleneğin tuzlanmamış bebesi olduğu bilgisine ulaştım. Yani emsalleri sodyumklorürlenirken o H2O ile yani sade suyla idare etmiş. Yani bünyesi, ilk tuzunu alamamanın yoksunluğunu yaşamış.
Tabii vücudundaki tuz küskünlüğü ileri yaşlarında depresyona neden olmuş(Bu da benim yorumum). Eee, o zamanlar Tebabet-i Ruhiye bu günki seviyesine ulaşmadığı ve her türlü psikolojik rahatsızlığın adı delilik olduğu için zavallıcığa lâkap olarak yapışıp kalmış. Sana bir özür borcumuz var Bay Bekir.
12.12.2012 çılgınlığı yaşadığımız; nikâh salonlarının dolup taştığı, valizini hazırlamadan, kendisini hazır hissetmeden dünyaya bileti kesilen onlarca çocuğun doğduğu bu gün, biz de bu hareketliliğin istemeden içinde buluverdik kendimizi.
Bir süredir Asu'cuğumun sağlık sorunlarının üstesinden gelebilmek için yollara düştüğümüz, o doktor senin, bu doktor benim koşuşturmacamızın son durağı bugün gittiğimiz Acıbadem Hastanesinin herhalde en sevimli Endokronoloji uzmanı Doç. Dr.un odasında, GÜNÜN MEANÂ VE ÖNEMİNİ dolu dolu yaşadık.
Sevgili Paçoz'umuzun kaybı ile başlayan, Ninom'un yaşadığı ruhsal sarsıntıyı onarabilmek amacı ile gittiğimiz son doktorumuzunun önerisi üzerine yapılan bir dizi tahlil sonucu ile birlikte bu gün, kendimizi az önce sözünü ettiğim endokronologun odasında bulduk.
Yola revan olduğumuz sabahın erken saatlerinde, uykusuz ve sıkıntılı bir gece geçiren Asu'cuğumun yüzündeki endişe, doktorun koyacağı teşhise kadar geçmeyecekti. Oysa bir gece önce bu konuda ehil arkadaşlarla uzun uzun istişarelerde bulunmuş, içimizi rahatlatmıştık.
Neyse daha fazla uzatmadan doktorun odasına girelim artık:
Hafiften doğrularak bize oturacağımız koltukları kibarca eliyle işaret eden şirin doktorumuz, bir yandan mıırmırmır, mırmırmır söylediği şarkıyı kesmeden elimizdeki şişkin tahlil dosyamızı aldı. ''Hımmmm'' dedim içimden. '' Tıp Fakültesinin havasından mı suyundan mıdır bu müzik aşkı? '' Tahlilleri incelediği ve bilgisayara yüklediği sürece mırıltısı hiç kesilmedi. Biz merak ve şaşkınlık içinde birbirimize bakınırken, nihayet başını kaldırıp bir şeyler söylemeye başladı. Teşhis: H O Ş İ M A T O. Yani troid bezi iltihabı. Bağışıklık sisteminin zayıflaması ile ortaya çıkan bir hastalık.
Bize çok tanıdık gelen Orta Anadolu şivesi ile konuşmaya başlayan Doktor'umuzun ağzından adeta bal damlıyordu. Biz bu ilk kez duyduğumuz hastalığı hoşimato, hoşimato diye özümsemeye çalışırken O anlatmasına devam ediyordu. Bu hastalığı bulan doktorun adı imiş Hoşimato. Sonra elini masaya vurarak '' Bugün 12.12.2012. Bu masayı nikâh masası kabul edin. Ben de nikâh memuru Hoşimato. Yazdığım ilaç ile sizi evlendiriyorum.''
Daha fazla kendimizi tutamadık ve Asu ile aynı anda PU HA HA kıvamında uzunca bir süre güldük. Bir doktor odasındaki hastadan yükselebilecek son nidadır herhalde kahkaha. Allah da O'nu güldürsün. Bu kadarla da kalmadı gülüşmelerimiz. Yaptığı muayenenin ardından Asu'cuğumun kilo ve boy ölçülerini alırken ''Niye 2 cm eksik? '' sorusuna '' Çok yıkanma, bak çekiyorsun.'' gibi anlık şirin esprileri havada uçuştu. Odasından çıkarken hepimizin ağzı kulaklarındaydı. 12. 12. 2012 ve HOŞİMATO.
Dilerim; henüz almaya başladığı ilaçları tez vakitten eski sağlığına kavuşturur Asu'cuğumu. Henüz işimiz bitmedi. Hepimiz için pırıl pırıl aydınlık günler getirsin 2013.
Yarım kalmış bir yazımı tamamlamak üzere bilgisayarımın başına oturdum. O günü ve tüm duygularımı imlecim izin verirse aktarmaya çalışacağım.
Şükrü İnci'nin ölüm haberini aldığım O gün, bende ne kadar özel bir yeri olduğunu üzüntümün derecesinden anladım. Henüz Halil Karaduman'ın şokunu atlatamamışken, bu da nesiydi?
Her konserimizde taksimlerini zevkle dinlediğim, güler yüzlü, mütevazi ve görevini kendisine verilen süreyi aşmadan, hakkıyla yerine getiren bir kişi idi. Konser sonunda biz koristleri tek tek kutlaması; ''Çok iyiydiniz'' demesi ne büyük bir nezaketti.
Bütün bu duygular içinde, bilgisayarımın başına oturup bir şeyler yazmaya çabalarken,daha önce de yakındığım köhnemiş aletimin bana gösterdiği direnç, tüm duygusallığımı, hatta göz pınarlarıma birikmeye başlayan göz yaşlarımı bir anda öfke seline dönüştürdü. İmlece hakim olamamak... Tuşlara değil dokunmak, önce çekiç, daha sonra balta şiddetiyle vurmak bile yazımı tamamlamaya yetmedi.
Hayatımda ilk kez iki farklı duyguyu peşpeşe yaşadım. Üzüntü ve öfke. Bu arada rastgele vurduğum tuşlardan bir tanesi de geçici olarak yazımın yayınlanmasına neden oldu.
Son Nefes başlığını kullanma nedenim, ilk aklıma gelen merakımdı. Aceba son çaldığı, klarnetiyle söyleştiği son eser neydi?
Bestekârlığının yanı sıra din adamı kimliğiyle de tanıdığımız Hafız Sadettin Kaynak'ın, Atamıza sunduğu bu doyumsuz naatı ile, bu 10 Kasım'a farklı bir anlam katmak istedim.
VE
SEN OLMASAYDIN BİZ OLMAZDIK
sloganıyla Ata'mıza minnetle bir kez daha en derin saygılarımı sunuyorum.
--------------------------
Günlük sohbetlerimiz arasında sık sık yinelediği :
ÖYLE BİR GÜNDE ÖLECEĞİM Kİ BENİ KİMSEUNUTMAYACAK
sözlerinin sahibi Canım Ağabeyim, Danikuş'um da eminim, bugün bizler gibi bir çok seveni tarafından özlemle anıldı.
Bu sabah çalan kapımın ardında kim vardı biliyor musunuz? Söylemeyeceğim, siz bulun.{;-))
Elinde gazetesi, yüzünde pırıl pırıl aydınlık gülüşüyle uzun yürüyüşünü tamamlamış bir tanecik KOMŞU'M. Hasret kaldığım bu sahne, artık üstümüzden kara bulutların kalkıp, beklediğimiz günlerin geldiğinin müjdecisidir.
Bu güne kadar yaşadıklarımız, ibretlik olaylar zinciriydi. Kâbus gibi geçen bayramı DELETE tuşuna basarak silmeyi çok isterdim.
Çok gerekmedikçe doktor ve hastane kapısı önünden bile geçmeyen bizler, bir kez daha haklı çıktık. Yanlış bir teşhis, ardı sıra yaşananlar ACİL SERVİS lerde vasıfsız elemanlarca yapılan işlemler yüzünden geçirilen endişeli geceler ve gündüzler artık bitti.
Haberi erken verme zevkini yaşamak için şimdilik bu kadar yazıyorum. Arkası...... gelecek.
Her şeyin başı sağlık diyorum ve ayrılmaz yarısı huzurla birlikte hepinize güzel bir haftasonu diliyorum. :-))
Güzel gözlü, hoş bakışlı Nine'm, seni uğurlayalı neredeyse iki hafta oldu. Bizleri sorarsan... boş ver. Sen yeni yaşamının tadını çıkarmaya bak. Annen- baban, belki kardeşlerin seni ne güzel karşılamışlardır kim bilir? Onlarla doya doya özlem gider. Birbirinize anlatacak çok şeyiniz olmalı. Bizimkilere de selamımı iletmeyi unutma. İlahî sürecin devam ettiği bu aleme sen de her canlı gibi bir nedenle geldin. Olman gereken yerde oldun. Görevin Ninom'a yarenlik etmekti. Bunu hakkıyla yerine getirdin ve hepimizin gönlüne taht kurarak gittin. İsmine inat, kraliçeler gibi yaşadın; yine Nino'mun sayesinde. Yediğin de, yemediğin de önündeydi hep. Şanslıydın; mutlu yaşadın. Seninle geçirdiğimiz son geceden bir söyleşimizi de anlatmadan edemeyeceğim: Nino'm başucunda bir eliyle başını okşayıp, diğer elindeki kitaptan mırıl mırıl Yasin okurken, giderek ağırlaşan havayı bir nebze olsun dağıtabilmek çabasıyla '' O İskoç asıllı bir köpek, Yasin okuman hoşuna gitmeyebilir'' sözüme Asu'nun tepkisini unutmayacağım. '' O'nun ramazanda benimle birlikte oruç tuttuğunu unuttun mu?'' Haklıydı. Sen, Asu yemezse yemezdin. Ama Allah için iftar sofralarına da hakkını verirdin. Hurma hariç her tür iftariyeliği yanakların şişe şişe yer, bitirirdin. Her yılını yediyle çarparak, hızlandırılmış kurs gibi tükettiğin asırlık ömrün, sana nine diye hitap etmemin nedenidir. Bizler gibi yaşamın hamallığını yapmadan, en kaliteli biçimde özünü yaşadın.Sizlerin bir yılda eriştiği olgunluğa ve ruh zenginliğine belki de biz ancak yedi yılda ulaşabiliyoruz. Oturduğun köşenden etrafı süzüşünde hayatın sırrına ermiş bir ulunun ifadesini gördüm hep yüzünde. Geldiğin gün gibi, giderken de eksiksiz başucundaydı sevdiklerin ve artık sonsuz yeşilliklerde kardeşlerinle birlikte, boynun tasmasız özgürce koşabilirsin.
Biliyorum; bir gün, o güzel başını yine doya doya koklayabileceğim.
A Dostlar, ben bu bilgisayarı atayım mı, satayım mı bilemiyorum? Eylül ayı bitmeden bir yazı daha karalayıvereyim demiştim ama, belki de sinirlenip yarım bırakacağım. Oğlumdan kalma (dünya tersine dönüyor) eski bir bilgisayarın, değil bilgi beni bile saymaz tavırlarıyla, tafralarıyla uğraşıp duruyorum.
San'at Güneşimiz ZEKİ MÜREN'in ölüm yıldönümü nedeniyle bir güzel şarkısını da ekleyerek anmak istemiştim, beceremedim. Ekran dondu kaldı.:( Zaten bu yazı bittiğinde gün bile değişmiş olacak. Değil gün belki de ay değişmiş olacak.
Neyse, hazır yazabiliyorken elimi çabuk tutayım. Şeytan kulağına kurşun şimdilik iyi gidiyor. Eveeet, ORTAYA KARIŞIK'ın açılımı şudur ki; Anneannem ve minibüs sevdam karışımı...
Rahmetli Anneannem (inşallah bu gece rüyamda beni fazla hırpalamaz) bütün yaşlılar gibi birazcık parasına, puluna düşkün bir insandı. Cin gibi çalışan aklı, para- pul söz konusu olunca teklerdi. Sıcak yaz günleri bonkör bir edayla beni yanına çağırır'' Ramis guzzum, al şu parayı (bu günün 1.TL si) hepimize dondurma al gel'' derdi. Ben ''Ama, ama...'' diye itiraz etmeye çalışırken Anneciğim kaşıyla gözüyle beni susturur, üstünü kendisi tamamlayarak Anneannemin jestini gizlice desteklerdi. En büyük eğlencemiz de '' Anneanneciğim kesene bereket... '' tarzı sözcüklerle içimizde patlamaya hazır kahkahalarımızı gizlemeye çalışmaktı.
İçimdeki ilk sabır tohumlarının ekilmesine katkısı büyük Anneanneciğim, bir yere gitmek istediği zaman, beni yoldaş seçerdi. Çok ağır yürür, aksayan ayağını dinlendirmek için sık sık dururdu.
İşte yine böyle günlerden birinde, Teyzemlere gitmek üzere yola çıktık. Fındıkzade yokuşunu güç belâ katettik ve minibüse ulaştık. O tarihte on- onbir yaşlarındayım ve her görenin ''Aaa sen ne kadar büyümüşsün'' dediği serpilme çağındayım.(Bu açıklama ahvalimi anlatmak için gerekliydi.) Sevgili Anneanneciğim, oturur oturmaz o ağrıyan romatizmalı bacaklarının üzerine yani kucağına beni oturtmaya çalışmaz mı? Sebep? Tek kişilik ücret ödemek. İtiraz etsem, edemem. Oturmaya kalksam oturamam. Deve kuşu gibi kaldım mı ayakta? Üstüne üstlük dikiz aynasından pis pis bakan şöförün mır mır mır söylenmesine verecek yanıt bulamadan: '' Kazık kadar kızı kucağına oturtmuş... '' Ben, çizgi film kahramanlarına taş çıkartır bir vaziyette, dizlerimin bağı çözülmüş, oturmakla ayakta durmak arası 2. şube işkencesi kıvamında ve ineceğimiz yere bir an evvel gelmenin niyazındayım. Ooooh Canım Anneanneciğimin nasıl olsa kulakları duymuyor, tuzunu kurutmuş yanındakilerle sohbet ede ede gidiyor.
O gün minibüsten indiğimizde ben Anneannemden çok daha kötü iki bacağa sahiptim. Adeta ayaklarım yan basiyrdi.
*********
Canım Asu'cuğum, bana stand-up gibi tekrar tekrar anlattırıp güldüğünüz bu anı, inşallah seni o günki kadar güldürebilmiştir. Bu günlerde buna çoook ihtiyacın var.:-))
Geçtiğimiz cuma günü yine yollardaydım. Alış- veriş için gittiğim Kadıköy'den eve dönmek üzere bindiğim minibüsün her zaman olduğu gibi cam kenarına kendimi atıp, yorgunluğumu gidermeye çalışırken, yanıma orta yaşlı bir hanımın oturduğunun farkında bile değildim.
Alışık olduğumuz üzre dört bir yandan gelen cep telefonu muhabbetlerine o da ayak uydurmuş, sessiz sessiz konuşuyordu. Ama nasıl bir konuşmak, susmamacasına... İçimden ''Helâl olsun, kontörün hakkını veriyor'' dedim.
Uzunca bir yol gittikten sonra, merakımdan dönüp baktım hanıma. İnanamadım; elinde telefon olmadığı gibi, kulağında kulaklık da yoktu. Boyun çevresinde kordon falan da yoktu. E/e\e/, nasıl oluyordu bu iş??? Bu düşüncelerin, beynime doğru ilerleyen kurt kafilelerine dönüşmesine izin veremezdim.
Cep telefonu teknolojisinde gelinen son durum neydi de benim haberim olmadı, bana niye kimse söylemedi. Sorup, öğrenmeliydim. Hanıma doğru gülümseyerek döndüm ve ''ÇOK AFEDERSİNİZ....'' diye bir giriş yaptım. Hanım, benim cümlemin devamını dinlemeden konuşmaya başladı. Benimle mi, görüşmenin bittiğini zannettiğim, telefonun diğer ucundaki kişiyle mi bilemedim?
Konuşurken bana değil, kucağımdaki torbalara bakıyodu; sabit bir şekilde. Sözleri de aynen şöyleydi: Ama bu kadar da olmaz ki, bu kaçıncı gidişim. Söz veriyorlar, sözlerinde durmuyorlar...
Meğer benim öğrenmeye çabaladığım teknoloji harikası, söyleyeni de dinleyeni de aynı kişiden ibaret bir mekanizmaymış. Sorduğuma, soracağıma bin pişman oldum. Çok da üzüldüm.:( Allah kadıncağızın yardımcısı olsun. Her an hepimizin başına gelebilecek bir şey.
Yine Anneannem'le yatmaya hazırlandığımız bir gece...
Çalar saatindeki müziği dinlemem için kurup elime verdikten sonra, son hazırlıklarını yaparken, ben çoktan gömülmüştüm yatağın duvar tarafına. Odası gibi yatağının da kendine has bir kokusu vardı. Kullandığı sabun mu farklıydı, yoksa çarşaflarını itinayla yerleştirdiği sandığından sinen koku muydu bilemem? Bildiğim; bana verdiği farklı huzur.
Baş ucundaki bardağa dişlerini yerleştirdikten sonra (O hali çok şirin oluyordu) , ay, ay, ay, anam, anam, anam!! nidalarıyla yattı yanıma. Gelsin sohbet, muhabbet...
Onuncu yıl marşının Anneannem versiyonu çok hoşuma gittiği için, sık sık söylerdik:
Çıktık açık alınla
Hamama da gittik nalınla (Allah)
Temizlendik, yıkandık
Mis kokulu sabunla
Allah; Anneannem'in şarkı söylerken özel nakaratıydı. Daha önce de bahsetmiştim, bunadım sanmayın. :-)) Mutlaka, her şarkının bir yerinde ya es ya da nakarat yerine dilinden dökülüverirdi. Neyse... O geceki konumuz, dönüp dolaşıp Ata'mıza geldi:
Günlerden bir gün, Atatürk'ün memleketlerinden geçeceği haberi üzerine, akın akın tren istasyonuna koşmuşlar. Anneannem de büyük bir heyecanla kalabalığa karışmış.
Uzun bir süre beklenen tren gelmiş ve Atatürk pencereden görünmüş.< Az önce ay, ay, vay, vay diyen anneannemi görmenizi isterdim. Genç kız gibi yatağın içinde ok gibi doğrulup, sesi perde perde yükselerek, tüm ağrılarından arınmış bir canla anlatışını unutamam >
Kalabalığı yararak trene yaklaşan Cevval Anneannem, Atatürk'le göz göze geldiği an hissettiklerini öyle bir anlattı ki, ben Anneannemi izlemekten, söylediklerini kaçırdım. Aklımda tek kalan ''Sanki gözlerim eridi'' sözleri idi. Bu da bana yetti. O an O'nu çok kıskandım .
Adıyaman'dan İstanbul'a uzanan eğlenceli Kara Tren yolculuğumuzun ardında kocaman bir de merak var: ANNEANNEM.
İçinde anne sözcüğü geçen her şarkıyla sessiz sessiz ağlayan Anne'ciğimin Anne'ciğini ilk defa görmenin heyecanını yaşıyorum. Hasret, özlem nedir bilmediğim o güzelim yaşlarımda, merakla bi hayli içli-dışlıyım.
Tahta çitlerin ardındaki bahçeli, şirin, tek katlı evin kapısında beliren, çıtı-pıtı desenli entarisi ve masallardaki NİNE (Anneanem) siluetiyle Anne'ciğimin vuslat sahnesini asla unutmayacağım.
Çocuk hafızamın, utanmasa beni doğduğum güne kadar götüreceğini zaman zaman yinelerim. Bu Allah'ın bana bir lutfu olsa gerek de derim hemen ardından.Sevgili büyüklerim, eskiye dair detayları oldum bittim hep bana sorarlar. Bir çaydanlığın üzerindeki motiflere kadar anlatabilirim.
Konuyu dağıtmayalım...
Anneanneciğim'in yanına oturup ilk yüzüne baktığımda gördüğüm, gözünün üzerindeki kuru üzüm görünümündeki fazlalıktı. Sorumu; 'BEN' diye yanıtlayınca çok şaşırmıştım. Ben, sen, o... dan başka ben tanımayan ben, o küçücük et parçasında anneannemi aramaya koyulmuştum. Kelime haznem böyle böyle zenginleşti.
Önceleri konuşmasını anlamakta zorluk çektim. Benim bildiğim bir tane 'N' harfi varken O'nun 'N' leri çok zengindi. Cümle sonlarında hızını alamamışcasına bir coşku vardı.'Geliyor' yerine 'Geliyoruru' gibi eklemeler yapıyordu. Bu da benim çok hoşuma gidiyordu.
Anneannem'le başlayan bir akraba furyası bana 'RAMİS' gibi, saçmaca ve de kısaltmaca bir isim koymuşlardı. On sekiz yaşımı doldurmadığım için sineye çekmek zorunda kaldım. RAMİSSSSSSSS Halâ zaman zaman bu ünlemeler bir yerlerden kulağıma gelir.
Evet, Anneannem'le tanışmam ve ilk karşılaşmam böyle olmuştu.
Evet Sevgili Dostlarım, yeni bir yazı dizisine başlamak üzereyim: ANNEANNEM VE BEN.
Anneannem, çocukluğumun baş rol oyuncularından ilginç bir karakter. O'nunla o kadar çok şey paylaştım, O'ndan o kadar çok şey öğrendim ki, yazmakla bitmez.
Romatizma ve asprin O'ndan öğrendiğim ilk sözcükler. Romatizma hastalığı nedeniyle diğerinden biraz daha kısa kalmış bacağının ağrısını dindirmek için aldığı asprin, sobanın üzerinde ısıtıp ısıtıp bacağına sarıp sarmaladığı tuğla ve elinden düşürmediği baston, aklıma ilk geliverenler.
Ağır işiten kulaklarını, radyoya dayayarak kaçırmadan takip ettiği ajans sonundaki spikerin ''...şimdi günün yorumu '' sözlerini ''şimdi dilim yoruldu'' anlayan ve ''haklısın kızım, diline sağlık'' diyerek tek yönlü bir söyleşi geliştiren hali, bizlerin kıkırdaşmasına neden olmuştu hep.
Kendine has şivesi (Karaman) ve hali, tavrıyla bir başkaydı benim ANNEANNEM.
Bu ön sözden sonra O'nu, yaşadığımız olaylarla birlikte daha detaylı anlatma olanağı bulacağım. Şimdilik bu kadar.
En büyük zevkimdir; şikâyet sitelerinde dolaşmak.Eve yeni bir araç-gereç alınacağı zaman mutlaka buralarda gezinip markalar hakkında fikir edinirim.Şikâyetleri dikkate alırım.
Özellikle, gıda ürünleri hakkında çok yararlı tiyolar edinirim. Hangi süt bozuk çıkmış, hangi marka tavuk kokmuş... Sokaktaki yüz kişiye sorduk misali oturduğum yerde bilgi sahibi olurum.
Aslında, bilgisayarı esas sevme nedenim de budur: Bir tıkla, ilgilendiğim her konuda geniş, geniş bilgi sahibi olmak, mucize gibi bir şey.
İşin bir de ilginç olaylar kısmı var ki, aynı havayı soluduğum yurdum insanının, fıkraları aratmayan yaşanmışlıklarını gözlerim ve ağızım perde, perde açılarak okuduğum; bugün onlardan bazı örnekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Aslında kendimi, bu kadar değilse de, farklı bir yere de koymuyorum. Yok aslında birbirimizden farkımız.:-))
*İstanbul'daki bir müşteri kettle’ının (su kaynatıcı) eridiği şikâyeti ile servise başvurmuş. Kettle'in elektrik ile çalıştığını bilmeyen müşterinin ocağının üzerine su ısıtıcının koyarak suyu ısıtmaya çalıştığı anlaşılmış. Ocaktaki ateşin erittiği kettle'in yenisi ile değiştirilmesinde müşteri çok ısrarcı olmuş.
*İstanbul'daki başka bir müşteri de elektrikli karıştırıcıyı tencerenin içinden çıkarmadan yemek pişirmiş. Alet eriyince de şikayetçi olmuş.
*Diyarbakır'da buzdolabının içini aydınlatan ışığı yetersiz bulan bir vatandaş, içine birkaç mum yerleştirerek kendince sorunu çözmüş. Ancak mum buzdolabının tavan kısmını yakınca üründen şikâyetçi olmayı ihmal etmemiş.
*Şanlıurfa'da bir müşteri, satın aldığı mikrodalga fırında yumurta kaynatmayı denemiş. Deneme basınç nedeniyle yumurtanın patlamasıyla sona ermiş. Mikrodalga fırının infilak etmemesi şans olarak değerlendirilirken müşteri, "Yumurta bile kaynatamıyor. Bu fırını ne yapayım? Paramı geri verin" diyerek bayiye fırını iade etmeye kalkmış.
*Mersin'de son model bir ütü alan tüketici, elektrikler kesilip işi yarım kalınca elektriksiz ütü yapmanın yöntemini keşfetmiş! Ütüyü ocakta ısıtarak işine devam etmek isteyen ev hanımı, ütünün gövdesinin yanması üzerine bayiye başvurarak, ütünün değiştirilmesini istemiş.
*Diyarbakır'da fritöz alan bir müşteri, ürünün ilk kullanımda eridiğini görünce Arçelik bayisinin yolunu tutmuş. Büyük bir hırs ile içeri giren müşteri, elindeki erimiş fritözü göstererek kendisine arızalı mal satıldığını söylemiş. Fritözü gören satış görevlisi nasıl kullandığını sorunca adam anlatmış; "Ocağı yaktım, fritözü üzerine koydum. İçine yağ koydum. Ama yanmaya, erimeye başladı." Satış görevlileri müşteriyi kusur kendisinde olduğu için ürünü değiştiremeyeceklerine ikna etmekte oldukça zorlanmış.
Süleymaniye Vakfı Başkanı, Türkiye’de 70 dakika fazla oruç tutulduğunu iddia etti: Bunun hesabını Allah'a veremezler...
Diyanet’in imsak vaktini yanlış hesapladığını öne süren Süleymaniye Vakfı Başkanı İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Diyanet’in imsak vakti 03.53, bizimkisi ise 05.04. Arada 70 dakikalık fark var. Biz büyük bir ekiple hesaplamayı yaptık. Gecenin ortasında ezan okunur mu?” diye sordu.
**************************************
Her gün ilginç bir haberle uyanmaya alıştık artık. Hevesle beklediğimiz, huzurla yerine getirdiğimiz oruç vecibemize de sonunda bir soru işareti takıldı kaldı.
Herhalde aklı evvel bazı mümin vatandaşlarımız, ellerine hesap makinalarını alıp, fazladan tuttukları oruç saatlerini hesaplamaya başlamışlardır bile; sonraki oruçlardan düşmek üzere.Bakalım ne olacak netice?
Dünden beri sıkıldım bu olayı birinci haber olarak izlemekten. Üstelik bir kişinin bile burnu kanamamışken. Cayır cayır yanan onca tarihi binamız, deprem çadırımız bu kadar rağbet görmedi. Şimdi bizler, yani yetmiş milyon, yaşadığımız APTAL BİNALARIMIZı düşünmeye başladık kara kara. Üstelik, koruma amaçlı yaptırdığımız dış cephe kaplamalarımızla daha da salaklaştırmışız da haberimiz yok.:-((
Nino'm bu da sana sürprizim olsun. Pazar gezintimizde çaktırmadan çekivermiştim. :-))
Uzunca bir aradan sonra yine bir şeyler paylaşmak üzere sizlerleyim. Öncelikle, sevgili blogumdan bu kadar uzak kalmamın nedenini söyleyivereyim. Okul ödevini yapmamış çocukların öğretmenlerine yutturmaya çalıştıkları mazeret, benim için gerçek oldu. Evimizi su bastı. :-))
Eskimiş su tesisatımızın azizliği, fotoğraftaki kadar abartılı olmasa da sulak bir meskene dönüştürdü evimizi ve ben tamirat bitinceye kadar, ağlak- ağlak dolaştım durdum. Neyse bitti, gitti.
Esas değinmek istediğim günün konusu; aşağıda logosu görülen, başlık yazımda açık açık yazmamın internet alemini bloguma kilitleyeceği paylaşım sitesi:
Okul arkadaşlarımı bulmak amacıyla kapısını araladığım bu uçsuz bucaksız alem, gerçekten beni amacıma ulaştırdı. İzini bile bulmaktan ümidimi kestiğim beş- altı arkadaşımla yeniden buluştum. Bu açıdan minnet borçluyum. Diğer bir beklentim; farklı müzik sitelerinde gezinip, eski- yeni melodilerin tadına varmaktı. Kapılarını çaldığım sitelerin kimileri başlarına tac ederken, kimileri ''Şşşt ,hımmmm nereye hanım, nereye?'' dedi.
Başlarda herşey çok güzeldi. Paylaşımlar seviyeliydi. Her gün biraz daha artan Arkadaş listem soldan soldan gülerek bana bakıyordu. Hiç bir zaman esiri olacak kadar zamanımı burada tüketmesem de, her akşam bir-iki saatimi bu alemde geçirmeyi alışkanlık haline getirmiştim.
Profilime girdiğim anda gözlük camlarımın toz pembeye dönüştüğü bu alemin, gerçek yaşamdan pek de farklı olmadığını anlamam biraz zaman aldı. Tanımadığım, bilmediğim insanların gizli gizli beni takibe almaları, zaman zaman engellemeye çalışmaları ''Benimle ne alıp-veremedikleri var ki!!'' sorumu hep yanıtsız bıraktı.
Görünen dostlukla gizli düşmanlığın ustaca harmanlandığı bu sanal alemden, çok güzel kazanımlarım da oldu. Cımbızla çekip çıkarttığım gerçek dostlarımla, FEYZ almak üzere yeni bir profil oluşturdum, yoluma devam ediyorum. Beni ''Gerçek Dost'' bilip kapıma gelenleri de asla geri çevirmeyeceğim. Çünkü Onların, paylaşımlarımdan yalan, yanlış anlam çıkartmayacaklarından eminim.
Bağımlılık konusuna gelinceee BEN BU TUZAĞA DÜŞMEYECEĞİM. :-))
Yanıbaşımdaki pek çok insanın yaşamını; bir dönem bestekârların yaşamı kadar merak etmedim. Hele içlerinde bir tanesi var ki , hem benim gibi yesari ve hem de ASIM ARSOY. Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Fehmi Tokay ve Zeki Arif Ataergin gibi ünlü bestekârlarla eş zamanlı olarak TSMusıkisinin muhteşem eserlerine imza atmışlar.
Yesari Asım'ın da (bir çoğu gibi) musıkiye olan aşkı, babası tarafından onay görmemiş ve bir süre evinden uzaklaşmasına neden olmuş. Ancak, udunu pencereden annesine vermek suretiyle eve girip çıkabilmiş. Sesi duyulmasın diye, evin yüklük dolabında udunun teknesine bez bağlayarak çalmaya çabalamış. O da, benim gitar çalışım gibi tel düzenini değiştirmeden, gerdaniye teli yukarda kalacak şekilde çalmış udunu.
Bu bilgilere (ve daha fazlasına) Sn.Fatih Salgar sayesinde ulaştım. Kendisi, bu değerli bestekârımızın üzerinden elini hiç eksik etmemiş. Son zamanlarında ,bestelerini notaya aktarmasında yardımcı olmuş. Evine sık sık yaptığı ziyaretlerden hep keyf alarak ayrılmış.
Yesari Asım'ın, Divan Edebiyatına olan düşkünlüğü ve şiir okumadaki ustalığını da vurgulamadan geçememiş Sn.Fatih Salgar. Üstad'ın, dilinden düşürmediği Tevfik Fikret şiiri: ''Peri-i Şiirime'' benim için de büyük sürpriz oldu.
Mekânın Cennet olsun Yesarî' daşım.
P E R İ -İ Ş İ İ R İ M E
Bazen sesinde öyle derin bir inilti var, Bir hadşe var ki ruhumu karşında titretir; Hind’in zehirli goncelerinden numunedir. Bazen yanaklarındaki muhrik parıltılar.
Birlikte öyle tatlı zamanlar geçer ki ruh
İster seninle bir ebedi zevk-ı imtizaç; Bazen fakat, ---Nedir bu felaketli ihtiyaç; Bilmem! - eder hayalime hep zulmetin sünuh.
Günler geçer ki paslı bulutlarla kasvetin Bir ahenin siper gibi örter semamızı; Ben ağlarım bu sıkletin altında, bir sızı Ta kalbimin içinde çukurlar açar, derin…
En ber-güzide şiiri fakat böyle bir zaman İlham edersin; işte mükafat-ı mihnetin! Mısır’ın o şehriyarına benzer ki tıynetin, Öldürmedikçe vaslını, etmezdi RAYEGÂN.
Yola çıkış nedenim, ilk göz ağrım Türk San'at Müziğinden sonra, sıra geldi Türk Halk Müziğine. Evet Sevgili Dostlar, önemli kararlar arifesindeyim. İçimden türkü çığırmak geliyor; en yanığından en hareketlisine.
Galiba bu bir süreç. Hani ,yemeğe çorbayla başlayıp, ardından yahni-pilav yemek gibi. TSM çorba, THM ana yemek. Bu işin salatası, tatlısı ne olur bilemem? Allah ömür verirse zamanı geldiğinde onları da görürüz.
Ancak, ne var ki THM henüz çok da yaygın değil. Onca türkü bara rağmen, öğrenme ortamı pek yok. Ya da saati bana uygun değil. İnşallah uygun bir yer bulurum.
Niye bunları yazıyorum. Elbette sizleri heveslendirmek için. Daha oturuyoonuz mu? Korkmayın, bülbül gibi şakımanız gerekmiyor. Balık gibi ağzınızı açıp kapayın yeter. Benim gibi, ilköğretim talebesiymişcesine işi ciddiye almanız da gerekmiyor. Ara sıra, canınız sıkıldıkça da gidebilirsiniz. Yeter ki konser kıyafetinizi ilk gününden alın ve konsere kadar gidebildiğiniz kadar gidin kâfi. Hatta, ağzınız biraz lâf yapıp, öğreten kişinin peşinde gölge gibi dolaşırsanız kesin bir de solo kaparsınız. Ele güne bundan güzel hava mı olur?
Evlerde kabul günleri kalktı artık. Nasılsa hazır saz, bol dedikodu. Bu anlayışla yola çıkan ev hanımları ve emekliler sayesinde İstanbul'un sadece Anadolu yakasında yüze yakın koro var. Yazık; hepsinde, bir elin parmağını geçmeyen erkek koristler seslerini duyurabilmek için can hıraş bağırma çabasında. Her biri cumhuriyet altını değerinde. (Katıldığım toplulukları tenzih ederim)
Neticede, toplum olarak rahatlamaya ihtiyacımız var. Bireysel anlamda üstesinden gelemediğimiz sorunlar içerisindeyiz. Çare bulamadığımız, çözüm üretemediğimiz sorunlarımızı azaltmak için psikologlara gitmemize hiç gerek yok . Siz gelin bir de benim sözümü dinleyin.:-))
Son günlerde dünyamız ve güneşin arası E5 karayoluna döndü. Vızır vızır, geçen geçene.
21 Mayıs 2012 de, sevgili güneşimiz ile aramızdan ay geçti. Ayın bu aymaz haline ziyadesiyle canı sıkılan güneş,kötü bir söz söylememek için kendisini zor tuttu ve öööylece tutuldu kaldı. Dünyamız sevgili dostunun bu haline bir yandan çare ararken bir yandan da üzüntüden hop oturup, hop kalktı.
Bu gün, yani 4 Haziran. Dünyanın intikam günü. Ay'a: ''Şşşşt gelbakayım şöyle gölgeme, biraz da sen tutul'' diyecek ve sevgili dostu Güneş'le birlikte Ay'a bir UZAY DERSİ verecekler.
İş bu kadarla bitecek mi? Hayıııır. En büyük geçiş 6 Haziran'da. Saçlarını savurta savurta VEEENNÜÜÜSSS geçecek güneşin önünden. Gördünüz gördünüz, bir daha 2117 yılında geçecekmiş haberiniz olsun. İnşallah, bu dilbere ıslık çalmaya kalkmaz güneş. Biz yanarız.
Venüs'ü izlemek amacıyla güneşe çıplak gözle bakmayın sakın. Kırık, çıkık- mide, akciğer röntgen filmlerinizle de bakmayın. Bu gözlem için bazı dergiler, ekinde gözlük de veriyor. Aslında hiç bakmasanız da olur. Önemli olan bu AFET-İ YEKTA'nın ardında fazla hasar bırakmaması.
Başlığım, Google'da KEPÇE arayanlara kötü bir şaka olacak. :-))
Gelelim yukarıdaki tabloya...
Emekliliğim süreci içerisinde, bilir bilmez, olur olmaz türlü sanatsal uğraşlar içine daldım. Bu da onlardan biri. Zaman zaman diğerlerini de blogumda sergileyeceğim.Tablodan anlayanların eserimi dürbünün ters tarafından bakarak değerlendirmesini özellikle rica ederim. Biliyorum, kulağımı kessem de faydası yok :-((
Şaka bir yana; göz nurum, el emeğim, ben onları çok sevdim. Sayelerinde, günlerce renklerle dansettim, coştum, eğlendim. Daha ne isterim? Derme çatma bir atölyede, şeker gibi bir hoca ve kafa dengi arkadaşlarla şarkılar söyleye söyleye tuvallerimize can verdik. Güzel günlerdi.
Özetle: Resim, müzik, ya da bir başka san'at dalına sıkı sıkıya tutunmalıyız. Yaşamımızı besleyen atar damarlarımız onlar bizim. Başardığımızda, ortaya bir eser çıkardığımızda, keyifle kendi kendimizi kutlayacağımız (Sağ elimizle sol elimizi sıkarak) gururlarımız...:-))