30 Nisan 2009 Perşembe

Üzgünüm

.
Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim. Hamilton

Uzunca bir aradan sonra güzel şeyler yazmak isterdim. Ülkemin dört bir yanından yükselen ağıtlara, düştüğü yeri dağlayan ateşlere duyarsız kalmam olanaksız. Bir yanımız kan ağlıyor, diğer yanımız arsız arsız güllük gülistanlık yaşayıp gidiyor. Televizyon kanalları zevzek programlarına hız kesmeden devam ediyor. Eller havaya, vicdanlar çöpe...Yoksa insanlık kılıfımızı sıyırıp attık mı üzerimizden? Birşeyleri anlayabilmek için, illa başımıza mı gelmesi gerekiyor.

Kendi kendimizi sorgulayamayacak, yargılayamayacak kadar duyarsızlaştıysak çevremizde olup bitenlerden bize ne. Öyle ya, gününü yaşa geç git. Gamsız hayat herkese başka sunar garip oyunlarını...

İyi uykular Türkiye



23 Nisan 2009 Perşembe

23 Nisan

Muhteşem bir gösteriydi, değil mi? Hoş, biz bu görüntüyü beynimizin orta yerine öyle bir yerleştirdik ki, kolay kolay hiç bir şey silemez.

23 Nisan 1920 TBMM mizin kuruluş tarihi. Önce ''Ulusal Egemenlik'' bayramı adı altında kutlanmaya başlanan gün, daha sonra 1927 yılında o günkü Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından Atatürk'e sunulan bir önerinin kabulü ile ''Çocuk Bayramı''olarak değiştirilmiş. Amaç; Kurtuluş Savaşı şehitlerimizin ve gazilerimizin çocuklarına sahip çıkmak, onların geleceği için büyük çapta bir kampanya başlatmak.

Etkinlikler her yıl daha geniş kitlelere yayılarak, yarışmalar, şenlikler, geziler...coşkulu bir hâle dönüşmüş. İlk kez 1933 yılında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, makam koltuğuna çocukları oturtmuş; gelecekteki sorumluluklarını daha iyi anlayabilmeleri için. Bu anlamlı bayramımız 1980 yılında, ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'' adı altında yasalaşmış.

Artık 23 Nisan, tüm dünya çocuklarının bayramı . Her yıl onlarca ülkeden gelen çocuklarla kutlanıyor. Dilleri, düşünceleri farklı olsa da birlikte muhteşem bir duygu birliği içine giriyorlar. Bunu nereden anlıyoruz? Ülkelerine dönmek üzere vedalaşırlarken ağlamaktan şişmiş gözleri ve birbirine sıkı sıkı kenetlenmiş elleri her şeyi anlatıyor.''Dünya Barışı'' için atılabilecek en sağlam temeller.

Gönül ister ki bu bayramı tüm çocuklar kutlasın. Küçük yaşta çalışma hayatının zorluklarıyla yüzyüze gelen yavrulara bu ay daha fazla ücret verilsin. Bayram tatili yapsınlar. Onlar da bu şenliğin içinde yer alsın. Başbakan'ın, Cumhurbaşkanı'nın koltuğuna onlar da oturabilsinler. Sinemaya, tiyatroya, lunaparka gitsinler. Dokuz yıl hapis yatmak pahasına çalmak zorunda kaldıkları baklavaları, börekleri diledikleri gibi yiyebilsinler. Hiç değilse senede bir gün gezip, eğlensinler. Varsın bindikleri güzel arabalar 24 Nisanda balkabağına dönüşsün. Bu bile onlara yeter.

Çocuklar bir ülkenin geleceğidir.



19 Nisan 2009 Pazar

Ayna-Terazi

Mevlana, doğruluk ve dürüstlüğü anlatabilmek için ayna ile teraziyi örnek göstermiş: ''Biri incinmesin veya utanmasın diye ayna ile terazinin hiç sözünü sakındığını, yalan söylediğini gördünüz mü?'' diyerek onların gerçekçiliğini anlatmış güzel güzel.

Bilememiş Mevlana, gün gelip onların da DNA sıyla oynanacağını.
Çarşı-pazar, çeşitli yerlerden gıda maddeleri alıyoruz. Değişik teraziler, tartı aletleri marifeti ile ürünler tartılıyor. Bazen, elimiz bile anlayabiliyor aldığımız malın tartısının eksik olduğunu. Evinizde Mevlana'nın öğretisindeki gibi doğru bir terazi var ise ara sıra üşenmeyin test edin: Zaman zaman kandırıldığınızı anlayacaksınız.

Giysi gereksiniminizi karşılamak için girdiğiniz giyim kuşam mağazalarının aynalarına hiç dikkat ettiniz mi? Şişman şişman hanımlar o aynalardan ayrılamıyorlar. Hepsi birer selvi boylum al yazmalım olmuşlar. Ne giyseler yakışıyor mübarek. Eee keramet aynada. Bütün sihir, kasaya parayı ödeyip eve gidinceye kadar. Evde yine onları Mevlana'nın doğrucu aynası bekliyor.

Alış-verişle ilgili başımdan geçen yeni bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Ses kayıdı için kaset almam gerekiyordu. Bu tür şeyler satan bir iş yerine girdim. 25 yaşlarında bir delikanlı ilgilendi. Bir hayli koşuşturup bulduğu tek bir kaseti getirdi. Markasını tanımadığım ürün bana oldukça değişik geldi. Evirdim, çevirdim. Evdekilerden hafifti:''Benim evdeki kasetlerim daha ağır, bu bana hafif geldi'' dedim. Delikanlı son derece ciddi bir yüz ifadesiyle gerekçeli açıklamasını yaptı:''Ama bu boş kaset'' Dondum kaldım. Ciddi bir yüzle espri yapma olasılığını da hesaba katarak, ben de kendimce bir karşıt espri ürettim: ''Doğru, evdekilerde klasik Türk Müziği kayıtlı onun için ağırdır dedim.Sonraaa, kulakları dizi dizi küpeli, saçları jöleli yurdum gencine nasıl bir baktıysam, o da sözlerindeki saçmalığı bir anda kavradı ve başladık gülmeye.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Anahtar


Hoppalaa! Nerden çıktı bu anahtar demeyin. Günde kaç kez elimize aldığımız onca anahtarımız var. Saygısızlık etmeyelim ve bu konuda duyarlı olalım. Aradığımız ve bulamadığımız zaman düştüğümüz çaresizliği unuttuk mu? O an ki yüz ifadelerimizi resme dönüştürsek, bir dizi korku filmi yaparız.
.
Düşünebiliyor musunuz? Yorgun argın geldiğiniz evinizin kapısında anahtarınızı bulamadığınızı. Arabanıza; kaybettiğiniz anahtarı yüzünden, acı acı dışından baktığınızı. Her zaman küçük bir el hareketiyle kilidini açtığınız kapıların ardında, size ait bir dünya var ama içine giremiyorsunuz.
.
Anahtarı ilk kimler bulmuş? Romalılar. Bu demek oluyor ki ilk hırsızlık olayı da Roma'da olmuş. Yoksa durduğu yerde niye böyle bir alete gereksinim duysunlar. Ancak, bu ilk bulunan basit anahtar ve kilit mekanizması 18. YY.a kadar bir değişikliğe uğramamış. Demek ki bu süre içerisinde hırsızlar, ancak kendilerini geliştirebilmişler. Maymuncuğu icat etmişler ve anahtarcılık sektörünün ilerlemesine neden olmuşlar. 20. YY.da ise Yale sistemi yapılan anahtarlar tüm dünyada benimsenmiş.
.
Anahtar deyince herkesin aklına farklı imgeler gelir. Bir anket yapılsa, en fazla dile getirilen ev ve araba anahtarı olur herhalde. Başka, başka... Kasa anahtarı, sandık anahtarı ... Okul çağındaki test çözmekten başı dönen çocuklarımızın başının derdi;''cevap anahtarı.'' Müzikle, notayla uğraşanların şüphesiz belleklerinde kıvrım kıvrım dolaşan ''sol anahtarı'' için de farklı anahtarlar diyebiliriz.
.
Aslında Öz Türkçe sözlüklerde ''Açkı-Açar'' olarak değiştirilse de, anahtar sözcüğünü herhalde daha çok seviyoruz. Ben bugüne kadar duymadım:''Aman açkını almayı unutma'' gibi bir cümle. Veya '' Açarımla kapıyı açar girerim'' bana gülünç geliyor. Bir gün sadece tepki ölçmek için bu kelimeleri kullanacağım.
.
Dostluk açkılarınızı kaybetmemeniz dileğiyle.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Özgürlük



Her insan rüyasında kendisini mutlaka bir kez olsun uçarken görmüştür. UÇMAK herhalde özgürlüğün en güzel simgesi. Uçsuz bucaksız masmavi gökyüzünde, istediği yöne doğru, istediği yükseklikte kanat çırpmak kesinlikle çok güzel bir duygudur.
.
Çocuklar, ilk adımlarını atmaya başladıklarında önce kontrolsüzce öne doğru atılır, sendeler ve düşerler. Bir, iki,...derken yürümeyi öğrenirler. İşte yaşamın ta kendisi. Sendele, düş, kalk, dizlerin acısın ve sonunda ıslık eşliğinde sekerek koş. Koştuğunun farkına bile varmadan. Yaşamımızın her evresinde bu örneği bir daha, bir daha yaşar dururuz.

Özgürlük; insanoğlunun kendi kanatlarıyla uçması, kendisini keşfetmesi, diğerlerinden farklı olduğunu hissetmesi değil midir? Kişisel özelliklerini, öğrendiği doğrularla harmanlayıp birşeylerin üstesinden gelebilmesi değil midir? Kazandığı her başarıda sağ eliyle sol elini sıkarak kendisini kutlaması değil midir?

İlişkilerde de özgür olmak çok önemli.Kısıtlanmadan, sahiplenilmişliğin baskısıyla bunalmadan, birliktelikleri paylaşmak en güzeli. Bir arkadaş veya aile bireyi, kim olursa olsun; sevgi bağınız sağlamsa, aranıza dağlar, denizler de girse farketmez. Ne kadar uzağa giderse gitsin dönüp dolaşıp, bir bumerang gibi yine sizi bulacaktır.

Can Yücel'in sevdiğim bir şiiri ile yazımı bitiriyorum:

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,

Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil..

Bildiklerini bana neden anlatmadığını,anladım..

Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün kayıpmış,

Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım.

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,

Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,

Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım...

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,

Çok acıttığında anladım..

Fakat, hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,

Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terkettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,

Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,

Sana ''git'' dediğimde anladım..

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,

Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,

Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,

Gerçekten pişman olduğumda anladım..

Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,

Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,

Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,

Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

Sevgi emekmiş,

Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

*****


Sağlık ve huzur dileklerimle.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Evlilik


Geçen gün bir TV kanalındaki ilgimi çeken söyleşiden etkilenerek başladım bugünkü yazıma:''Türk kadını evlilikten ne bekler?''Zaman zaman kafa dağıtmak, eğlenmek için izlediğim ''Evlilik'' programlarından bir kesitle, günümüz hanımlarının beklentilerini hep birlikte anlamaya çalışalım:

Stüdyoya çalgı çığırtı eşliğinde giren hemcinslerim, bir iki göbek atıp salındıktan sonra; bir alım, çalım bir azamet koltuğa oturarak ilk şartını söyler: Beni taşısın.Bakar mısınız? Sanki nakliye şirketiyle pazarlığa oturmuş. Herhalde belediyelerin zaman zaman düzenledikleri toplu nikâhlar da toplu taşımacılığa giriyor. Neyse...Paravananın diğer yanında, hanımın gül cemalini beğenmiş er kişinin omuzlarının ilk çöküş sahnesi. Sorulara devam... SSK sı var mıymış? Vay vay vay. Bağ-Kur versek olmaz mı? Olmaaaaz. Yeni bir soru: Evi var mıymış? Varsa düşünülmeye değer. Bekâr çocuğu? Varsa hanımın kaşlar biraz çatılır. ''Ohooo kaç kişiyi doyurup besleyecek.'' Sorular böyle sürüp giderken, biraz da kıkırdaşarak işin bir de estetik yanı ele alınır.Balkonu var mı? Yani göbeği. Oysa hanımefendinin her yanı çepeçevre balkon.

Evliliğin bir birliktelik olduğunu unutmuş gibi hanımlar. Çalışıp, kendi ayakları üzerinde durabilmenin keyfini yaşamak yerine; birileri taşısın, birileri getirsin-götürsün, ben yiyip içeyim havaları içindeler. Üstelik bu devirde. Paylaşmanın, birlikte birşeyler üretip, başarmanın güzelliğinden habersiz. İşin manevi boyutundan hiç mi hiç bahseden yok.

Bir komedi senaryosuna malzeme olacak böylesi beklentiler ve bu doğrultuda yapılacak evlilikler, ancak ülkemizdeki adliye saraylarının artışına neden olur.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

10 Nisan 2009 Cuma

Çalmak


Türkçemizin azizliğine uğramadan, hemen başlık yazıma bir açıklık getireyim. Demek istediğim; bir enstrüman çalmak. Vallahi
başkaca kötü bir niyetim yok.:-))

Şarkı söylemek de çok güzel ama, bir çalgıya duygu katabilmek harika bir şey. Bazılarınız beni çok iyi anlıyor, çalabilme zevkini yaşadığı için. Keşke, bana ne kadar hak verdiklerini anlatan onay sözcüklerini duyabilseydim.

Birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da ''AAA ben yapamam'' diyenleriniz olacaktır. Ne olur bu kötü düşünceden vaz geçin. Bu sizi sadece mutsuz ve isteksiz kılar. ''Benim kulağım yok'' diyenleriniz de olacaktır. Yalancılar, kafanızın iki tarafında kıvrım kıvrım iki tane kulağınız var. ''Kulak'' (müzik dilinde) sadece şarkı söylerken gerekli. Ama çalmak için azıcık disiplinli çalışma yeter. Biraz nota bilgisi ve enstrümanınızla kuracağınız gönül bağı sizlere neler neler yaptırmaz. İnanın bana.

Telli, nefesli, vurmalı... binbir çeşit müzik aleti var. Kesinlikle herkesin bedensel , ruhsal özelliklerine uyanı bulunur. Nefesi kuvvetli olanlara nefesli çalgılar, eliyle veya ayağıyla ritm tutma içgüdüsü gelişmiş olanlara vurmalı çalgılar,... var var var. Çalın da ne çalarsanız çalın.

Şimdiii, bu kadar ısrarcı oluşumun nedenini merak ediyorsunuzdur. İnanın; müzik aleti satan bir dükkanım yok. Sizlere müzik dersi verecek kadar fazla bilgim de yok. Kendi çapımda, amatörce çalmaya çalıştığım bir kanunum var. Hepsi bu kadar. Amacım sadece; size bir dost kazandırmak.

İyi düşünün.

9 Nisan 2009 Perşembe

İlkbahar


İlkbahar deyince aklımıza ilk ne gelir?

Herhalde, her birimizin yanıtı farklıdır. Ben ip ucumu çoktan verdim: ''Güler yüzlü papatyalar'' Şehrin dört bir yanına, adeta sihirli bir el tarafından tohumları gelişigüzel serpiştirimiş güzel çiçek.

İlkbahar; üzerinde yaşadığımız kuzey yarım küre için 21 Mart-21 Haziran tarihleri arasında yer alan zaman dilimi. Bizi; kutuplarda, ekvatorda yaşayan insanlardan farklı kılan bu mevsimi soluduğumuz için, herhalde çok şanslıyız. İlkbahara merhaba demek, yeni yıla girmekten çok daha önemlidir benim için. Çünkü, doğadaki muhteşem yenilenmeye ruhumuzla eşlik etmeye hazırız bu mevsimde.

Sokağa çıkıp aldığımız her derin nefeste; çimenin, çiçeğin birbirine karışmış doğal parfümünü duyumsayabilmek ne büyük mutluluk. Geçmişte yaşanmış baharların film karelerine anlık gidiş gelişleri sağlayan koku cümbüşü.

Bir zamanlar, patlıcan, fasulye gibi sebze ve meyvalarımızla bu mevsimde hasret giderirdik. Kokularını ilk kez bu mevsimde duyardık; domatesin, salatalığın. Oysa artık lezzetini yitirmiş bir şekilde ve şekilsizlikte dört mevsim bulabiliyoruz onları. Domatesi özlemeyi özledik.

Baharın her yaş grubu için de anlamı farklı: Çocuklar, parklarda dilediğince koşup, oynamanın keyfini sürüyor. Gençler, mevsimin kapısına yığılmış, aşık olmak için adeta sıra bekliyor. Yaşlılar, metabolizmalarındaki değişimin bünyelerinde yarattığı hasarları onarmaya çalışıyor.

Topraktaki börtü-böcekten, gök yüzünde uçan kuşa kadar tüm canlılarda umut verici bir canlanma var bu mevsimde. Haydi ne duruyoruz, biz de katılalım bu coşkuya. Şeyh Ethem Efendi'ye kulak verelim:

Bahar oldu beyim evde durulmaz.
Bu mevsimde çemenzare doyulmaz
Gezer bülbül gibi gönlüm yorulmaz
Bu mevsimde çemenzare doyulmaz.

(Hüzzam makamı)

5 Nisan 2009 Pazar

Dost-düşman



Düşmanımı, sahte dostuma tercih ederim.
******
Evet, bugün yine öz be öz bana ait bir sözle başladım yazıma. Kirli ve kokuşmuş bir dünyada temiz kalmaya çalışan tüm insanlar adına.

Devir ''çok yüzlü'' insanlar devri. Bukalemunun renk değiştirmesi gibi, onlar da duruma göre yüzlerini değişitiriveriyorlar. Oysa, yandaki resimde gördüğünüz Zülüş gibilerin arasanız da bulamazsınız bir başka yüzünü. Onlara göstereceğiniz ufacık bir sevgiye, fazlasıyla karşılık vermek üzere her an hazırdırlar; yalan, dolan, fesatlık nedir bilmeden. Bu yüzdendir; sahillerde, parklarda köpeğini gezdiren insanlardaki artış. Evdeki kuşuyla, kedisiyle, çiçeği ile konuşan insanlar neyin boşluğunu doldurmaya çalışıyor zannediyorsunuz. Önce dünyamızı çöplüğe çevirdik, sonra kendimizi.

Hepimiz yakın yada uzak çevremizdeki insanlarla zaman zaman bir araya geliriz. Güleriz, söyleriz. ''Canım, cicim''le başlayan sevgi sözcükleriyle birbirimizi kucaklarız, iltifatlar ederiz. Ama, bu güleryüzlerin ne kadarı gerçek, ne kadarı sahte bilemeyiz. Teknoloji böyle bir ayırıma hizmet edecek alet üretse yok satardı herhalde. Böylece bizler de bu dost görünümlü kımıl zararlılarından fazlaca etkilenmezdik.

''Ben senin düşmanınım'' deme mertliğini gösteren insanları da alnından öpmek gerekir. Çünkü bu açıksözlülük; karşısındaki kişiye, kendini savunma fırsatı verir. Bir silah seçip, mücadele etme eşitliği tanır. Aksi halde, dost görünümlü düşmanın açtığı çukura düşmek kaçınılmaz olur.

Sağlık ve huzur dileklerimle.

Mesnevi'den











İkisi de kuştu, fakat türleri değişikti.
İkisi de kendi türleriyle uçmak istememiş, birbiriyle uçmayı yeğlemişti.

Bir bilge; biri karga, öteki leylek bu iki ayrı tür kuşun neden kendi türleriyle uçmak istemeyip, birbirleriyle uçtuğunu merak etti ve onları incelemeye koyuldu.Ve ancak o an ayırdına varabildi, ikisinin de topal olduğunun...

''Bu iki kuş, türleri farklı da olsa, birlikte uçabilir, birlikte kaçabilir, birlikte yaşayabilirler.'' dedi kendi kendine. ''Onlar artık eksiklikleri nedeniyle kendi türleri arasında tutunamayanlar.''Topal kuşlar, birbirlerinin eksikliklerini biliyorlar ve bu eksikliklerini sömürmek ya da örtüp, gizlemek yerine, onları kabullenip, onlardan yararlanmanın yollarını buluyorlardı.

O an, bir yaşam gerçeği belirdi bilgenin gözleri önünde:''Onlar, sahip olduklarıyla değil, sahip olamadıklarıyla birbirlerine yakınlaştılar''Kuşların bu öğretisini, toplumu oluşturan kişilere yansıttı bilge ve bu kez bambaşka bir yaşam gerçeğiyle karşılaştı:

''Gerçek dostluklar, ortak varlıklar üzerinde değil, ortak yoksunluklar üzerinde kurulabilmektedir.

Sonra da bu yaşam gerçeğinin, sudaki halkalar örneği, giderek genişlediğini gördü.Aynı düzeyde zengin, aynı düzeyde mutlu kişilerin ortak paydaları, sabun köpüğü gibidir...Onlar uçarlar,sönüp, yok olurlar.Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür gerçekte, kişileri birbirlerine yakınlaştıran, parçaları birbirlerine yakınlaştırıp, bütüne dönüştüren.

********